30 Kasım 2011 Çarşamba

Akustikhane


Akustikhane Türkiye'nin en samimi müzik programlarından bir tanesi. Şimdiye kadar Elif Çağlar, Fırat Tanış, Aydilge, Bilal Karaman, Melis Danişmend, Flört, Manga, 123, İlhan Erşahin, Gökhan Kırdar gibi pek çok farklı müzik dallarından başarılı sanatçıyı ağarladılar.

Program daha çok gelen sanatçıya bir çeşit akustik konser verdiriyor, aralarda da sanatçıların işi, sanatı, profesyonel uğraşları ile ilgili sohbetler ediliyor. Volkan Konak'ın, Ferhat Göçer'in programlarından farkı ise hem biraz daha resmi/saygılı bir havada geçmesi, sohbetlerin daha ciddi olması. Bir de bir sahnede değil, bir odada, söyleşi tadında olmasının da programın daha samimi olmasına katkısı büyük.

İkinci sezonu çok başarılı bir sezon finali konseri ile bitirdiler. Melis Danişmend, Korhan Futacı, Cenk Erdoğan, Çağrı Sertel, Aydilge, Şirin Soysal gibi pek çok dinlemesi keyif veren isim teker teker çıktılar. Finalin ve daha önceki yayınlanmış programların şarkı kısımlarını şuradan bulabilirsiniz: http://vimeo.com/akustikhane

Üçüncü sezonu bu pazar başlıyormuş. İlk bölümün konuğu 45. sanat yılını kutlayan Selami Şahin olacakmış. 3 aralık cumartesi akşamı Türkiye saati ile 23.15'de Skytürk'de yayınlanacakmış (ikinci sezon CNN Türk'de yayınlanmıştı). Ben fırsat bulabildiğim vakitler takip etmeye çalışıyorum (internete sohbet kısımlarını koymuyorlar, klip tadında oluyor netteki videolar). Herkese de tavsiye ederim.

(Blogger, youtube haricinde video kabul etmiyormuş, o yüzden bu seferlik sayfayı paylaşıyorum: http://vimeo.com/32780665)

Keşke internet sitelerini daha sık güncelleseler. İnternet sitelerinde yayınlandığı kanalın yanlış olduğu zamanlar bile oldu (CNN Türk'e alınmışken Sky Türk yazıyordu. Neyse, tekrar Sky Türk'e alınmış da halloldu). Daha fazla bilgi için: http://akustikhane.tumblr.com/   http://www.akustikhane.com/

29 Kasım 2011 Salı

İncesaz - Yollar

Çoğunluk Melihat Gülses'in seslendirdiği "Çok Aşığın Var Diyorlar" şarkısıyla tanıyor İncesaz'ı. Kimileri de Türk Hava Yolları'nın kuruluşunun 75. yılı şerefine düzenlenen konserde Dilek Türkan'ın seslendirdiği "Mazi Kalbimde Bir Yaradır" videosuyla biliyor. 1997'de kurulmuş grup Türkiye'nin en başarılı enstrümental gruplarından bir tanesi. Albümlerindeki şarkıların hemen hemen yarısı enstrümental. Sözlü olan şarkılara da her albümde farklı bir isim eşlik ediyor. Mesela "Eylül Şarkıları" isimli ikinci albümlerinin solisti Melihat Gülses, "Mazi Kalbimde" isimli dördüncü albümlerinde Dilek Türkan, "Elif" isimli beşinci albümlerinde Cengiz Özkan, "Kalbimdeki Deniz" isimli altıncı albümlerinde ise Dilek Türkan ve Bora Ebeoğlu (Oya-Bora'nın Bora'sı) eşlik ediyorlar gruba. Albümleri haricinde de "İkinci Bahar", "Ekmek Teknesi", "Çınaraltı", "Sev Kardeşim" gibi bazı dizilerin de müziklerini yapmışlar.



2008 yılında THY'nin kuruluşunun 75. yılında Cemal Reşit Rey salonunda Macar Radyo Senfoni Orkestrası ile bir konser gerçekleştirmiş İncesaz. Albümlerinde yer alan bazı parçaları senfoni orkestrası eşliğinde çalmışlar. Bu konserin kayıtlarını da 3 yıllık bir çalışmanın ardından CD ve DVD olarak "Yollar" adıyla piyasaya sürmüşler (2011'in yazında). Şarkıların isimleri "İpek Yolu", "Baharat Yolu", "Güneş Yolu" vs. olunca tabii yerinde bir isim albüm için.
                          

İncesaz benim için özellikle annemlerle ortak zevkimiz olan bir grup olması açısından çok değerli bir grup. Normalde dinlediğim müziklerin büyük bir kısmı hoşlarına gitmez annemlerin. Bilemiyorum herkese böyle mi oluyor ama belli bir yaştan sonra ailemle paylaşabildiğim şeyler benim için daha bir değerli hale geldiler. Öte yandan senfoni orkestrası eşliğinde yapılmış çalışmalar genelde pek bir başarılı oluyor (Metallica, Şebnem Ferah, vs.). Daha bir farklı, böyle daha bir hikaye anlatırcasına, daha bir heybetli bir havası oluyor şarkıların. "Yollar" albümü de dolayısıyla çok başarılı bir albüm olmuş. Sevenine, ilgilisine, meraklısına tavsiye edilir.


İncesaz ile ilgili daha fazla bilgi için: http://www.incesaz.com/

22 Kasım 2011 Salı

Farklı dillerde Selamlaşmak

Afili Filintalar'ı okurken zamanında bir yazının bir bölümü dikkatimi çekmişti. Günlük hayatta kullandığımız bazı Arapça kelimelerin gerçek Türkçe karşılıklarını veriyordu. "Selam" kelimesinin "Barış" anlamına geliyor olması özellikle çok ilginç gelmişti bana. Yazının ilerleyen kısımlarında Kur'an da geçen, selamlaşma ile ilgili kısımlardan bahsediyordu. Şöyle ki; "selamun aleyküm" demek "Barış üzerinde olsun" demekmiş. İslam (teslimiyet) dininde selam vermek ve bir selamı karşılamak çok önemliymiş. Kur'an da şu şekilde geçiyormuş: Siz bir selam ile selamlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin (Nisa suresi, 86. ayet). (Bizim kültürümüzde de selamlaşmak çok önemli değil midir zaten? Türk sosyal yapısını şarkılarına taşıyan Barış abimiz bile bir şarkısında "Selam almayana yiğit denir mi?" demiş.)

Hal böyle olunca "merhaba" kelimesinin kökeni, anlamı meraklandırdı beni. Netten araştırdım. Çoğunlukla Farsça'dan gelme bir kelime olduğunu ve "benden sana bir zarar gelmez" demek olduğunu yazmışlar çeşitli sitelerde. Fakat hiçbirisinde güvenilir bir kaynak verilmemiş. En güvenilir kaynak olarak TDK'da merhaba'nın Arapça kökenli bir kelime olduğunu ve "geniş, güzel yere geldiniz, rahat ediniz, hoş geldiniz" gibi bir anlama karşılık geldiğini söylemiş.

Bu konuyu gündeme getirmek istememin nedeni ise yıllar önce okumuş olduğum bir yazı. Dictionary.com diye ilginç bir site var. Normal sözlükten farklı olarak çeşitli makaleler yayınlıyorlar. Ben bu siteye denk geldiğimde yayınladıkları makale "hello" kelimesinin kökeni ile ilgiliydi. Görünen o ki buralarda insanların birbirini selamlamak için kullandıkları "hello" kelimesi esas olarak karşındaki kişinin dikkatini çekmek için kullanılırmış. Yazıda dediği üzere karşındaki kişinin susması, yaptığı işi bırakması ve dikkatini konuşan kişiye yöneltmesi amaçlı kullanılan bir kelimeymiş ve av köpeklerinin dikkatini çekmek için kullanılırmış.

Almanların "tschüss" ü, İtalyanların "ciao" su, Fransuzların "adieu" su ya da İspanyolların "adios" u ne anlama geliyor, hangi kökenden geliyor tam olarak bilemiyorum; o yüzden konuyu "onlar ile biz" karşılaştırması gibi bir noktaya getirmek istemem. Fakat öte yandan düşünüyorum da... Herhalde Amerika'da falan insanları "peace!" diye selamlasak hippi olarak değerlendirilir, kafamızın güzel olduğundan şüpheleniliriz. Bence bu yazılar içinde yetiştiğimiz kültür, kullandığımız dili sevmek ve daha bir zevkle kullanmak için bir neden.

Bahsi geçen yazılar:
Selam! Biraz Yabancılaşır mısınız? http://www.afilifilintalar.com/selam-biraz-yabancilasir-misin
Danger! What is the frantic origin of "Hello"? http://hotword.dictionary.com/hello/
Merhaba http://tdkterim.gov.tr/bts/ (merhaba yazıp aratmanız lazım, siteyi taşıyamıyorum buraya)

20 Kasım 2011 Pazar

MARİNA ABRAMOVİÇ

«Вы не сможете смыть со своих рук кровь, так же как нельзя смыть позор войны.”

“You can not wash the blood from your hand, as you can’t wash the shame of war.”

Sizi çok enteresan bir kadınla tanıştıracağım. Vücut sanatçısı Marina Abramoviç... Dün akşam Moskova’daki Garaj Modern Sanat Galerisi’nde 8 Ekim’den beri devam eden Marina Abromoviç sergisine gittim. Belgrad’ta başlayan sanat kariyerine şu an Amsterdam’da devam eden Sırp kökenli Abramoviç 30 yıllık bir sanat geçmişine sahip. Bildiğim(i sandığım) sanat kavramını alt üst eden bir kadın benim için... Modern performans sanatının dehalarından biri olarak kabul ediliyor, bu sıfatı sonuna kadar da hak ediyor bana kalırsa.

Öncelikle vücut sanatı ve performans sanatı kavramlarını açıklamak gerek. Vücut sanatı, post modern kültür içinde haz ve tüketime odaklanmış beden yerine acı, iğrenme ve endişe yaratacak beden durumlarının peşindedir. ABD'de ortaya çıkan bu sanatın başarılı temsilcilerinden olan Abramoviç kendi performanslarında daha çok acı, kendini kurban etme, ölüme yaklaşma denemeleri üzerine yoğunlaşıyor. Vücut sanatı ile iç içe de geçebilen performans sanatı ise önceden tasarlanmış bir eylemin sergilenişidir. Tiyatroya benzetilebilse de izleyici ile sahne arasında engeli yok sayması, sanatçının dokunulmazlığını kaldırması bakımından tiyatrodan ayrılır. İzleyiciyi sanata eylemsel ve düşünsel olarak dahil etmek performans sanatının amacıdır. Abramoviç de yapıtlarını oluşturma, performansını sergileme aşamasında izleyicinin katkısını şöyle ifade ediyor: "Halkın bana bakmasına ihtiyacım var. Çünkü halk bir enerji diyaloğu yaratır, fiziksel ve zihinsel bir enerji alırsınız..."

Çoğu zaman “Abramoviç’ten korkmayanlar kimler?”, “Psikopat kadın”, “Deli işte” gibi tepkilerle karşılaşıyor performansları. Çünkü bedenini ve zihnini kelimenin tam anlamıyla son noktasına kadar zorlayan şeyler yapıyor. Sesi kısılana kadar çığlık atmak, kendini kaybedip düşene kadar dans etmek, ateşe verilen bir yıldızın ortasına uzanıp ayağı yandığı halde hiç tepki vermeden seyircilerden biri kendisi kurtarana kadar uzanmak gibi performanslar mesela. Sanatçının kendi vücudunun ve zihninin sınırlarını sınamakla kalmayıp buna seyirciyi de katarak sanatın izleyicisi olanların da içlerini-niyetlerini ve sınırlarını sınayan performanslar bunlar.

1974 yılında gerçekleştirdiği, içinde gül, jilet, testere, dolu silah, sabun, parfüm, bıçak gibi birçok farklı şey olan 72 objeyi seyircilere istedikleri gibi kullanma iznini verdiği performansı bunun en cesur ve unutulmaz örneği. Süresi 6 saat olarak belirlenen performansı Abramoviç şöyle anlatıyor:

“Öğrendiğim şuydu: Eğer seyircilere (o imkanı) bırakırsan seni öldürebilirler.”... “Kendimi gerçekten saldırıya uğramış gibi hissettim. Elbiselerimi parçaladılar, karnıma gülün dikenlerini batırdılar, bir kişi silahı başıma yöneltti, bir başkasıysa elinden aldı. Bu agresif bir ortam yarattı. Önceden planlandığı gibi 6 saatten sonra (performans bitince) kalktım ve seyirciye doğru yürümeye başladım. Fiili bir yüzleşmeden kurtulmak için herkes kaçtı.”


Aşağıdaki fotoğrafsa Marina Abramoviç ve Ulay'ın Rest Energy performansından. Marina’nın göğsüne yöneltilmiş yaya gerili okun gerilimini taşıyan sadece vücutlarıydı. Elbiselerine iliştirişmiş mikrofonlar Abramoviç'in kalp atışlarının hızla yükselişini ve Ulay'ın düzensiz nefes alıp verişini kaydediyordu. En ufak bir hata ölümle sonuçlanabilirdi. Dördüncü dakikatan sonra tırmanan tansiyonu düşürdüler ve Abramoviç kalbine yönelmiş okun tehlikesinden kurtuldu. 9. dakikada performansı sonlandırdılar...

Benim en etkileyici bulduğum performansı ise “Balkan Barokkosu”... Yugoslavya’nın çökmesiyle ortaya çıkan savaşlara adadığı günler süren performansında teker teker tüm kemiklerden kanları silmeye çalıştı Abramoviç. Sonuç ise şuydu: “Ellerinizdeki kanı silemezsiniz, savaşın ayıbını silemediğiniz gibi”...


Gelelim sergiye... Öncelikle sergisine gidebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Zira Türkiye’ye bu kadar cesur bir serginin getirilme ihtimali maalesef çok düşük. Olur da başka bir ülkede Abramoviç’in sergisine denk gelirseniz muhakkak girin içeri ve tanışın kendisiyle. Sergiye girerken 18 yaşın altındakiler giremez yazısıyla karşılaşacaksınız. Haklı bir uyarı da, çocukların anlayabileceği düzeyde değil, epey alt üst edici olabilir onlar için...

Sergide ayrı salonlarda Abramoviç'in eski performanslarının dekorları ve video kayıtları/fotoğrafları yer alıyor. Ayrıca genç performans sanatçıları, Abramoviç'in daha önceki performanslarını -aynen onun yaptığı gibi çıplak olarak- yapıyor. Belirtmek gerekiyor, Abramoviç için çıplaklık, sanatçı-sanat-seyirci arasındaki bütünleşmeyi, etkileşimi bozan unsurları ortadan kaldıran en önemli öğe.

Sergide, ikinci salona sağında ve solunda iki tane çıplak kişinin bulunduğu daracık bir kapıdan onlara değmemeye çalışarak geçiyorsunuz. Bu da Abramoviç ve uzun yıllar birlikte olduğu Alman vücut sanatçısı Ulay’ın performanslarının tekrarlanışı...

İşte şu şekilde:


Daha anlatılabilecek, şaşılacak çok çalışması var. Ama amacım size hepsini anlatmak değil, merak uyandırmak. Hatta İstanbulModern’e ya da başka bir yere "Marina Abramoviç’i getirin" diye birlikte baskı yapmak için ortaya bir taş atmak. :)


Kaynaklar:

Mehmet Ali Kaplan, Çağdaş sanatta ifade aracı olarak beden.

Gökcen Meryem Kılınç, Bedenin iktidar kavramına karşıt bir öğe olarak vücut ve performans sanatında kullanılması.


15 Kasım 2011 Salı

Modern Warfare 3

Yapımcı: Infinity Ward ve Sledgehammer Games.

Çok seneler önce, Er Ryan'ı kurtarmak filmi çıktıktan sonra bir ikinci dünya savaşı filmleri, oyunları furyası başlamıştı. Ardından gelen Pearl Harbor gibi salak saçma şeylerden öte, ünlü seri Medal of Honor Spielberg'in taktiğini çok iyi kavrayarak Medal of Honor: Allied Assault adlı oyunu piyasaya sürdü.

Oyun mükemmele yakındı, müthiş bir soundtrack, harika ve heyecanlı tarihsel sahneler, gerçekçi oynayış ile birkaç sene oyun piyasasını domine etti.

Activision seriye devam ederken daha sonraları şirket içinde anlaşmazlıklar olur ve yazılımcıların bir kısmı, hatta yüzde elliye yakın kısmı, şirketten ayrılır ve Infinity Ward isimli bir firma kurarlar. Firma hemen işlere başlar ve Call of Duty serisi başlar.

Price'lardan Price beğen.
Serinin sloganı, 'Savaş tek kişi ile kazanılmaz.' idi. Medal of Honor'a tepki amaçlı olduğu çok belli olan slogan, Medal of Honor'da genellikle tek bir adamla bütün üssü yokettiğimiz saçma senaryoları eleştiriyordu. Kendi oyununda Infinity oyuncuyu hiçbir zaman yanlız bırakmadı, her zaman bir grup ile savaştığımızı hissederek sundu oyunları. Bence o zamanlar verilmiş en doğru karardı. Terminatör oyunu değildi sonuç olarak, basit bir askeri oynuyorduk savaşta, tek kişi olmamalıydık. Çok da iyi oldu öyle yapmaları.

Medal of Honor ve Call of Duty yıllarca sidik yarışına girdiler. MOH bu yarışta nefessiz kaldı ve yolun yarısında bu işe bir dur dedi. COD artık Single Play FPS'lerinin en iyileri arasında kendi yerini almıştı.

Ta ki, birşey keşfettikleri ana kadar.
İkinci Dünya savaşı baymıştı.


MOH serisi hala Airborne ile devam ederken oyuncular da artık birşeyin farkına vardılar, ikinci dünya savaşının zirilyon oyunuyla artık her cephesini, her görevini oynamıştı. Gitmeyecekti bu böyle.

Infinity Ward bunun üzerine kolları sıvadı ve zamanı 70 sene ileri aldı.

Modern Savaş çağındaydık artık. Rusya ile Amerika arasındaki soğuk savaş çağının yetiştirdiği milliyetçi zihinlerin yaratmaya çalıştığı yeni bir sıcak savaşın altından kalkmaya çalışan Task 141 adlı uluslararası (Genelde İngilizler ama, Tanrı Kraliçe'yi korusun ki.) özel kuvvetlerin maceralarını oynamaya başladık.
Tabi bir yandan Amerika, bir yandan da Rusları oynayarak senaryoya tümüyle hakim olduk.

Oyun patlama yaptı tek cümleyle o zamanlar. Ayrı bir seri kaçınılmazdı. Modern Warfare Call of Duty serisinden sıyrıldı ve kendi yoluna gitmeye başladı.

Helikopterler bile sabunla yıkanır.
Oyun seri olmaya başlayınca da, karakterler yerlerine oturmaya başladı, eski oyunların aksine, bu oyunlarda basit adamlar değildik, zıttına, müthiş, harika, akıllara kazınan harkulade karakterler yaratılmıştı.

Captain Price, Mc. Tavish, Gas, Ghost, Yuri, hepsi birbirinden ilginç, birbirinden güzel, konuşulası İngiliz karakterler. (Yuri hariç) Hepsinin ayrı ayrı fanları çok sayıda zaten sosyal ortamlarda.

Oyunun hikayesinden çok bahsetmek istemiyorum, zira hikaye öylesine değerli ki, her köşesi ayrı bir spoiler. Çok değişik başlamıştı Modern Warfare, herkesi ters köşeye yatırmıştı. İkinci oyun biraz İki Kule tadında aksiyondan aksiyona atladığımız, hikaye açısından çok ilerleme olmayan ara bir oyundu bence, ama son oyun Kralın dönüşü gibi geldi geçti. Mükemmel bir finalle aramızdan ayrılıyor Modern Warfare. Zafer sigarasını hep beraber yaktık oyunun sonunda.

Tom Clancy'yi aratmayacak mükemmel bir politik gerilim, harkulade yaratılmış karakterler, Hans Zimmer ve Brian Tyler, oyucuyu her saniye hayretler içinde bırakan Sinematik sahneler ile tüm zamanların en iyi FPS serileri arasında yerini aldı benim gözümde Modern Warfare.

Çok iyi başladı, daha da iyi bitti. Battlefield 3 manyaklığı olan bu zamanlarda bile sıyrılmayı başardı her şeyden MW3,
senaryonun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha oyunculara göstermiş oldu.

Vidyo oyunu seven herkes bu zevki tatmalı, yoksa çok şey kaçıyor benden söylemesi.

*Battlefield 3'çülere bir lafım. Evet ben de seviyorum BF serisini, ama görsellik her şey değil, anlayın artık bunu.


13 Kasım 2011 Pazar

42: Forty Two Up

Yönetmen: Micael Apted

UP serisi şu ana kadar gördüğüm en çılgın, ama bir o kadar da muhteşem proje olabilir. Yeni keşfettim ve gerçekten aşırı haz olarak izliyorum.

UP serisi aslında sinema tarihinin en sabırlı projelerinden biri. Öncelikle bunun bir belgesel olduğunu belirtmek gerekir. Ana tema da aynen şu şekilde, İngiliz Apted abimiz 1964 yılında 14 tane 7 yaşındaki çocuğu bir araya getirir ve onlarla her şey hakkında ropörtajlar yapar. '7 Up' isimli serinin ilk adımında çocuklarla genelde, 'Ne olmak istiyorsun büyüyünce?, Kız/Erkek arkadaşın var mı?, Olsun ister misin?, Neler yapmaktan hoşlanıyorsun?' gibi sorularla sohbet edilir.


İşin güzel yanı bundan sonra başlıyor. 1964 yılından sonra her 7 senede bir bu arkadaşlar tekrar toplanır ve röportajlara devam edilir. Önceki 7 yıl değerlendirilir, sonraki 7 yıl hakkında tahminler yapılır. Hayatları anlatılır, biz de her 7 senede bir 2 saatlik bir televizyon belgeseliyle bu 14 çok ilginç insanın hayatlarının değişimini izleriz. 7 Up, 14 Up, 21 Up diye gidiyor serinin bölümleri.

Aslında bu kişiler olabildiğine normal insanlar, sadece her programda kişilere her sene sorulan sorular ve cevaplarını arka arkaya görünce insan psikolojisinin ne manyak birşey olduğunun farkına varıyoruz ve beynim eriyor benim izlerken şahsen. Mesela Tony adlı bully abimizin küçükken kız arkadaş konusu hakkındaki düşüncelerini ve 42 yaşında yanında eşi ile aynı muhabbeti yapması mükemmel bir analiz sunuyor bize.
Astronot olmak isteyen başka bir abimizin, 42 yaşında çocuğu ile oynarken 'Yahu bu hayatımdaki en iyi an olabilir.' demesi de ayrı bir ilginçlik.

Çocuklarının anne ve babalarını kaybetmeleri de özellikle anlatılıyor. Çok ilgi çekici ve düşündüren sahneler var.

14 Çocuğun her yaştaki hallerini karışık ve karşılaştırmalı izlemek gerçekten inanılmaz, çok, ama çok ilginç bir yapım.

Duyduğum kadarıyla 49 Up da çıkmış 2005'te, 42 Up 1998 yapımı çünkü. Onu da çok merak ediyorum açıkçası.

Çok değişik, çok acayip bir belgesel. Kesinlikle izlenmeli.


12 Kasım 2011 Cumartesi

Just a Pilgrim

Warren Ellis isimli bir çizgiroman yazarı var. Kendisinin bir düşüncesine göre; insanlar çizgiromanları, karakterleri takip etmemeliler, çizgiromanları değerlendirirken karakteri ön planda tutmamalılar. Yazar-çizerleri takip etmeliler. Yani atıyorum bir dükkana girdiğiniz vakit örümcek adamın ya da batmanin yeni hikayesi gelmiş mi diye bakmamalısınız, Alan Moore'un ya da Frank Miller'ın o ay ne yazmış olduğuna bakmalısınız. Şahsen ben tavsiyesine uyuyor ve kendisini takip etmiyorum.

Bazı yönleriyle çok gereksiz olsa da pratik yararları olduğu göz ardı edilemez bir düşünce. Mesela benim Garth Ennis isimli kuzey İrlandalı çizgiroman yazarıyla tanışmam ve kendisini takibe almam, Warren Ellis'in fikirlerini okuduktan sonra gerçekleşti.  Eskiden daha çok yayıncı firma, hikaye, ana karakterler gibi şeylere dikkat eder, yaratıcı kadroya çok nadir bakardım. Garth Ennis'in meşhur olmasını asıl sağlayan seri olan Preacher başka bir başlığın konusu olur, ya da bir vakit diğer çok tutan serileri Hitman ve Punisher'a bir ara göz atabilirsem ben de kendisi ile ilgili söyleyecek daha çok fikrim olabilir. Şimdilik 2001 yılında, Wizard tarafından yayınlanmış hikayesi "Just A Pilgrim" den bahsedelim.

Ennis'in söylediği üzere Just a Pilgrim, Preacher serisinin bittiği vakitlerde yazdığı bir hikayeymiş. Preacher'da daha ileri götürmek istediği bazı fikirlerini burada kullanmış. Bahsi geçen konu dini fanatiklik. Şöyle ki ana karakterimiz "Pilgrim" çevrede dolanan, kötü adamları bir makine gibi öldüren, sürekli İncil'den bölümler okuyan, bir gözü haç şeklinde dağlanmış biri.

Aslında Pilgrim'e bakınca Garth Ennis'in kült film merakının izleri çok net gözüküyor. Belli ki bir gün Mad Max izliyormuş ve "ben de böyle bir çizgiroman yazmalıyım, post-apokaliptik, çöllerde geçen falan filan" demiş. Bir başka gün Unforgiven'ı (ya da Clint Estwood'lu başka bir kült westernini) izlerken "işte, ana karakterimin tipi, tarzı böyle olmalı" demiş. Son olarak da Blues Brothers'ın ilk filmi esnasında "Hah, karakter olarak da böyle saplantılı, tekinsiz, ne yapacağı belli olmayan bir adam olmalı" demiş (Kitabın ön sözünde de Jake Blues'dan bir cümle bile var). Tabii tüm bunlardan sonra da yaratıcı dokunuşunda bulunmuş. Ana karakterini yamyamlıktan hapis yatmış, bir zamanlar barbar bir asker olan, kıyamet esnasında hapisten kurtulan, kendi suratının bir tarafını demir bir haçla dağlayan ve sağda solda incil okuyan bir adam haline sokmuş.

Uzun bir seri değil Just a Pilgrim; 9 sayıda 2 hikaye anlatmış ve bitirmiş öyküyü. Aslında daha pek çok hikayeler anlatılabilinecek, uzatılabilinecek bir atmosfer kurulmuş, karakterler yaratılmış. Fakat sanırım aynı yapıdaki başka hikayelere (Mad Max ya da Wasteland gibi) benzetilmemek açısından kısa kesilmiş. Bir de zaten Garth Ennis, hikayeleri detaylı işleyen, uzun uzun anlatan birisi değil. Onun bir bölümde yazdığı öyküyü 1 ciltten fazlasında anlatan çizgiromancılar var. Bir Garth Ennis çizgiromanı olarak, hiç okumamış birisi için Preacher'dan önce iyi bir alıştırma "Just a Pilgrim". Tabii Garth Ennis'in din konusunda en ufak bir olumsuz imayı hakaret kabul edenlerin öfkeyle lanetleyeceği bir yazar olduğunu da not etmeden bitirmemekte fayda var.

11 Kasım 2011 Cuma

Hani Akdeniz'e doğrasalar beni...

Barış Manço'nun özellikle Mançoloji albümündeki şarkıları sanıyorum ki Türkiye'nin yarısından fazlası ezbere biliyordur. Hatta bir festivalde tanıştığımız Avusturyalı bir Türk arkadaşımız, Avusturyalı arkadaşlarına Gülpembe'yi öğrettiğini anlatmıştı.

Öte yandan Barış abinin çok fazla bilinmeyen öyle şarkıları vardır ki... İnsan ilk dinlediğinde ne düşüneceğini, nasıl hissedeceğini şaşırır. Barış Manço'nun Türk alfabesi için bir şarkı yazmış olduğunu biliyor muydunuz? (bknz. S.O.S Aman hocam) Bu yazının konusu bu tür şarkılardan benim dinlemekten büyük zevk aldığım 2 tanesi: Cacık ve Lahburger.

Cacık için aslında tam olarak şarkı demek zor. Rap ile karıştırılmayacak olsa melodi eşliğinde okunan şiir diyeceğim de söz konusu tam olarak bir şiir sayılmaz. Daha çok bir çeşit iç hesaplaşma... Aslında cacık ile ilgili çok bir şey yazmak istemiyorum; sadece çok sevdiğim için paylaşmak istedim.   



Asıl hakkında birkaç kelime laf edilecek şarkı Lahburger. Aslında şarkının adı bile konunun ne olduğunu, ne dinleyeceğimizi net bir şekilde anlatıyor. Anadolu ile, geleneksel ile (Lahmacun) batının, yeninin, evrenselin (Hamburger) arasında kalmış bizler, Türkiye, Avrasya, vb. Konuya "Barış Manço dokunuşu" ise şarkının bölümlenmiş yapısında gizli. Öncelikle "evvel zaman içinde..." diye başlayarak neler olduğunu anlatıyor bize Barış abi. Diyor ki; kırmızı köşede geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, bu topraktan çıkana hayran bir kitle var, mavi köşede ise özellikle batıdan gelene, yeni olana, popüler-evrensel olana meraklı başka bir kitle var. Bu iki kitle sürekli bir çatışma halinde; kırmızı, mavinin geleneğimizi yozlaştırdığını, bize ait değerlere sahip çıkmadığını düşünüyor. "Türk sanat müziğinin makamlarını bilmez, rock müziğin OD'den ölen yıldızlarının hayat hikayelerini ezbere bilir" diyor. Mavi ise kırmızıyı eski kafalı buluyor, değişime ayak uyduramadığını, yeni dünya düzeninde bu şekilde yer alınamayacağını söylüyor.

İkinci kısım geldiğinde ise Barış abi her iki rengin de kendine has bir güzelliği olduğunu anlatıyor. Onun böyle güzellikleri var, bunun böyle güzellikleri var. Asıl farkını, bahsettiğim "Barış Manço dokunuşu" nu da bu noktada koyuyor zaten: Olumsuzluklara değil, güzelliklere eğiliyor.

Son bölüm şarkının geriye kalanından alakasızmış gibi geliyor. Lahmacun ve hamburgerden bahsettikten sonra "rakı-ayran, şal-çuha, vs." ne alaka diyor insan. Barış abi burada bize diyor ki; içmesini bilene rakı da bir ayranda. Yani sen adam olabildikten sonra kırmızı da bir, mavide. Ve yeni dünya düzeninde bir tarafa ya da öteki tarafa karşı olanlar tutunamayacak, her iki tarafı da hevesle kucaklayanlar ayakta duracak.



Daha fazla uzatmanın aslında çok da manası yok aslında. Bu şarkıları (ya da kendini düşüncelere götüren başka şarkıları) dinleyen ve benim gibi düşüncelere dalanlarınız olursa bir fırsatını bulur, oturur uzun uzun sohbet ederiz.

8 Kasım 2011 Salı

Tez

Yazan: Bütün Dünya Çocukları

Çekilmez işi, her şeyi birleştirme afakanları, yazma hamallığı ile genellikle toplumda 'state of the art' yani en son (yani Avant Garde) bulunan, sonuçlanan bilgileri bize ileten bir başyapıt.


Yaparken de, yazarken de, okurken de, düzeltirken de zerre kadar haz almadım.

Aşırı boğucu, insanı gerçekten düşüren, hayat enerjisini pipetle çeken bu başyapıtı okurken hissettiğim duyguları en son çok önceleri seyrettiğim Gaspar Noe Filmi olan 'Enter the Void'den almıştım.

Yapıt sizi o kadar boğuyor ki, sürekli ara veriyorsunuz, geri dönmek istemiyorsunuz onun dünyasına.

Herkese tavsiye ediyorum, özellikle Master of Science teziyse, kaçırılmamalı.


2 Kasım 2011 Çarşamba

Bunraku (2010)

Yönetmen: Guy Moshe
Yazan: Guy Moshe, Boaz Davidson
Oyuncular: Josh Hartnett, Woody Harrelson, Demi Moore, Ron Pearlman, Gackt

Japonya'daki kukla tiyatrosuna verilen isimmiş Bunraku. 400 yıllık bir gelenekte 1.5 metrelik kuklalar, siyah kıyafetler sayesinde farkedilmeyen adamlar tarafından oynatılırmış, böylece hikaye anlatılırmış.

Filmimiz bir çeşit alternatif gelecekte geçiyor. Yıkımlar, savaşlardan sıkılan insanlar gelecekte silahları bırakırlar. Artık kimse ateşli silahlar kullanmamaktadır. Sadece sopalarla, kılıçlarla, baltalarla öldürürler birbirlerini; bombalar, füzeler, tabancalar tamamen yok olmuştur. Aslında hikayenin giriş bölümünde olayların böyle gelişmiş olduğunu söylemese hikayenin gelecekte geçtiğine ilişkin hiçbir iz yok. Zamansız bir hikaye denebilir; belki retro-fütirist desek olur.





Hikayeyi çok fazla anlatmaya lüzum yok. Zaten filmin ilgi çeken, ön plana çıkan noktası değil hikaye. Ana karakterlerle tanıştığımız anda (ilk 10-15 dakika sanırsam) nasıl bir hikaye olacağı, neler olacağı çok belli. Şehri kontrol eden çok güçlü kötü adam ve şehre yeni gelen 2 güçlü, ilginç yabancı...

Hikayeyi irdeleme sorunsalından kurtulduktan sonra enfes bir ziyaret kalıyor geriye. Özellikle "Sin City" ile birlikte son zamanlarda yükselişe geçen "çizgiroman estetiğindeki filmler" fursayına dahil edilebilinecek, ve bu furyanın en başarılı örneklerinden biri gösterilebilinecek bir film Bunraku. Atmosfer, karakterler, sahneler arası geçişler, müzik, ses efektleri... Hele ki Final Fight tarzı (bknz. beat'em up oyunları) bir sahne var ki, her anında, her ayrıntıyı bağıra çağıra anlattık birbirimize izlerken. Filmin bu yönden (çizgiroman estetiği) benzerlerinden (Sin City, 300, Scott Pilgrim, vs.) en büyük farkı ise bir çizgiroman uyarlaması olmaması. Direk film olarak yazılmış, çizilmiş ve oynanmış.

Kaçırılmaması gereken bir film. Bazı sahneleri oturup tekrar tekrar izlenecek kıvamda; ki her izlemede de büyük bir görsel şölen sunmaya aday.