28 Aralık 2011 Çarşamba

Duygusal Dövüş filmleri

Az önce Warrior'u izledim. Tom Hardy'li Nick Nolte'lu sağlam bir prodüksyon. Alkolik bir babanın iki oğlu olan Tommy(Tom Hardy) ve Brendan(Joel Edgerton) arasında geçen ilk bakışta tam anlamıyla dövüş filmi diyeceğimiz bir film. Zaten filmin posteri direk olarak bunu ima etmekte.
Adamlar kaslılar. Tom'u Bane'den önce(Dark Knight Rises) görmüş olduk gül yüzüyle ve omuzlarıyla. Olay aile içi sıkıntı yaşamış iki kardeşin Amerikan Cage Fight tadına bir yarışmada yaşadıklarını anlatıyor. Saçma sapan bir olay. Kısaca, neredeyse ölümüne dövüşen 16 adam ve yarışmanın sonuncusuna verilen 5 milyon papel var ortada. Buraya kadar son derece Mortal Kombat, hayvan gibi vuruyorlar birbirlerine. Fakat işin tüm şiddetinin yani güçlüysen ayakta kalırsın sonuna kadar başarmaya çalışırsın mesajlarının dışında bir aile dramı var. İşin bu kısmı oldukça mevzuyu dramatikleştiriyor. Başarılı oyunculuklar ve iyi görüntü yönetmenliğini de eklemek lazım. Bağımsız film tadında izleniyor. Sonunda duygulandım, lan noluyoruz dedim kendime.

Sonra bu minvalde izlediğim ve beğendiğim filmleri düşündüm.

Fighter, Mark Wahlberg, Cristian Bale sorunlu bir abi ile ona her zaman itimat eden kardeşin zafer hikayesi. İzlediğin andan itibaren bunun bir zafer hikayesi olduğunu biliyorsun, başka türlüsü gitmiyor tutmuyor çünkü ama yine de işin dövüşmek boyutundan çıkarabilen bir filmdi. Zaten iyi eleştiriler ve ödüller aldı.
 Bir diğer duygulandıran dövüş filmi kendi nacizane görüşümdür ki, Rocky Balboa. Rocky serisinin altıncı ve son filmi, Fantastik bir kahramanmış gibi gördüğümüz ve çocukluğumuzdan bugüne soğuk savaşı bile dövme yetisine sahip Rocky'nin yaşlığını ve boks dışında hayatla mücadelesini gördük. Ring'e çıkması da sanki tüm yaşadığı sıkıntıların imgesi ile dövüşüyormuş havası verdi. Daha mütevazi daha korkan bir adam. Ring'den ayrılırken son sıktığı el gördükten sonra boğazımızda bir şey düğümlenmedi değil.

Spor olarak ne boks, ne de diğer dövüşlerden haz duymuyorum. Spordan anladığım şeyi tam olarak doldurmuyorlar. Bu tarz sinema örneklerinde boğazımda bir düğüm kalıyor ama ne yalan söyleyim. Gerçi biraz sıkıntı bende bundan önce de Goal isimli futbol filmini izlerken baya duygulanmıştım o frikikten sonra hele...

16 Aralık 2011 Cuma

2011 kışı

Geçen gün Murat'la da konuştuğumuz bir konu, kış gelince blogger iki şekilde tepki verir, ya çok yazı yazılır, ya da inanılmaz bir durgunluğa girer. Bizde durgunluk oldu, ki çok normal bir durum, bir sorun yok. Hala buradayız.

Benim bu aralar işim başımdan aşkın, Avrupa seyahatleri, mezuniyet sunumu hazırlıkları, bir yandan ev ev dolaşmalar zamanımı tamamen emiyor. Onun dışındaki zamanlarda da yazmak değil, ekrana bakmak bile yorucu geliyor.

Cinematic Corner tadında kısa birkaç öneri yapmak istiyorum ki;

Blade Runner'daki Replicant testi sahnesi, Ides of March'taki son röportaj sahnesi, Contagion'ın introsu, Strange Days'teki ilk cinayet sahnesi bu aralar aklımda kalan güzel film sahneleri, hepsini öneriyorum, hepsi güzel güzel filmler.

Onun dışında Sisifos Söylemi, intihar üzerine felsefi bir bakış yapan bir eser okudum. Ağır, çok kafa karıştıran; ama çok güzel bir kitap, varoluş felsefesine aynanın diğer yüzünden bakan, değişik bir yapım.

Neil Geiman'ın American Gods'ına başlamak sonunda nasip oldu. Kitabı bitirdikten sonra uzunca bir yazı yazmak var aklımda; ama şimdiden çok beğendiğim yönleri var, sürükleyici, şaşırtan bir kitap.

Son olarak kapanış slaydını paylaşmak isterim, profesörlere göstermiş olmamıza rağmen hala kimse bu slayt için 'Bu ne lan?' demedi, ilginçtir.

Çok, ama çok teşekkürler.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Akustikhane


Akustikhane Türkiye'nin en samimi müzik programlarından bir tanesi. Şimdiye kadar Elif Çağlar, Fırat Tanış, Aydilge, Bilal Karaman, Melis Danişmend, Flört, Manga, 123, İlhan Erşahin, Gökhan Kırdar gibi pek çok farklı müzik dallarından başarılı sanatçıyı ağarladılar.

Program daha çok gelen sanatçıya bir çeşit akustik konser verdiriyor, aralarda da sanatçıların işi, sanatı, profesyonel uğraşları ile ilgili sohbetler ediliyor. Volkan Konak'ın, Ferhat Göçer'in programlarından farkı ise hem biraz daha resmi/saygılı bir havada geçmesi, sohbetlerin daha ciddi olması. Bir de bir sahnede değil, bir odada, söyleşi tadında olmasının da programın daha samimi olmasına katkısı büyük.

İkinci sezonu çok başarılı bir sezon finali konseri ile bitirdiler. Melis Danişmend, Korhan Futacı, Cenk Erdoğan, Çağrı Sertel, Aydilge, Şirin Soysal gibi pek çok dinlemesi keyif veren isim teker teker çıktılar. Finalin ve daha önceki yayınlanmış programların şarkı kısımlarını şuradan bulabilirsiniz: http://vimeo.com/akustikhane

Üçüncü sezonu bu pazar başlıyormuş. İlk bölümün konuğu 45. sanat yılını kutlayan Selami Şahin olacakmış. 3 aralık cumartesi akşamı Türkiye saati ile 23.15'de Skytürk'de yayınlanacakmış (ikinci sezon CNN Türk'de yayınlanmıştı). Ben fırsat bulabildiğim vakitler takip etmeye çalışıyorum (internete sohbet kısımlarını koymuyorlar, klip tadında oluyor netteki videolar). Herkese de tavsiye ederim.

(Blogger, youtube haricinde video kabul etmiyormuş, o yüzden bu seferlik sayfayı paylaşıyorum: http://vimeo.com/32780665)

Keşke internet sitelerini daha sık güncelleseler. İnternet sitelerinde yayınlandığı kanalın yanlış olduğu zamanlar bile oldu (CNN Türk'e alınmışken Sky Türk yazıyordu. Neyse, tekrar Sky Türk'e alınmış da halloldu). Daha fazla bilgi için: http://akustikhane.tumblr.com/   http://www.akustikhane.com/

29 Kasım 2011 Salı

İncesaz - Yollar

Çoğunluk Melihat Gülses'in seslendirdiği "Çok Aşığın Var Diyorlar" şarkısıyla tanıyor İncesaz'ı. Kimileri de Türk Hava Yolları'nın kuruluşunun 75. yılı şerefine düzenlenen konserde Dilek Türkan'ın seslendirdiği "Mazi Kalbimde Bir Yaradır" videosuyla biliyor. 1997'de kurulmuş grup Türkiye'nin en başarılı enstrümental gruplarından bir tanesi. Albümlerindeki şarkıların hemen hemen yarısı enstrümental. Sözlü olan şarkılara da her albümde farklı bir isim eşlik ediyor. Mesela "Eylül Şarkıları" isimli ikinci albümlerinin solisti Melihat Gülses, "Mazi Kalbimde" isimli dördüncü albümlerinde Dilek Türkan, "Elif" isimli beşinci albümlerinde Cengiz Özkan, "Kalbimdeki Deniz" isimli altıncı albümlerinde ise Dilek Türkan ve Bora Ebeoğlu (Oya-Bora'nın Bora'sı) eşlik ediyorlar gruba. Albümleri haricinde de "İkinci Bahar", "Ekmek Teknesi", "Çınaraltı", "Sev Kardeşim" gibi bazı dizilerin de müziklerini yapmışlar.



2008 yılında THY'nin kuruluşunun 75. yılında Cemal Reşit Rey salonunda Macar Radyo Senfoni Orkestrası ile bir konser gerçekleştirmiş İncesaz. Albümlerinde yer alan bazı parçaları senfoni orkestrası eşliğinde çalmışlar. Bu konserin kayıtlarını da 3 yıllık bir çalışmanın ardından CD ve DVD olarak "Yollar" adıyla piyasaya sürmüşler (2011'in yazında). Şarkıların isimleri "İpek Yolu", "Baharat Yolu", "Güneş Yolu" vs. olunca tabii yerinde bir isim albüm için.
                          

İncesaz benim için özellikle annemlerle ortak zevkimiz olan bir grup olması açısından çok değerli bir grup. Normalde dinlediğim müziklerin büyük bir kısmı hoşlarına gitmez annemlerin. Bilemiyorum herkese böyle mi oluyor ama belli bir yaştan sonra ailemle paylaşabildiğim şeyler benim için daha bir değerli hale geldiler. Öte yandan senfoni orkestrası eşliğinde yapılmış çalışmalar genelde pek bir başarılı oluyor (Metallica, Şebnem Ferah, vs.). Daha bir farklı, böyle daha bir hikaye anlatırcasına, daha bir heybetli bir havası oluyor şarkıların. "Yollar" albümü de dolayısıyla çok başarılı bir albüm olmuş. Sevenine, ilgilisine, meraklısına tavsiye edilir.


İncesaz ile ilgili daha fazla bilgi için: http://www.incesaz.com/

22 Kasım 2011 Salı

Farklı dillerde Selamlaşmak

Afili Filintalar'ı okurken zamanında bir yazının bir bölümü dikkatimi çekmişti. Günlük hayatta kullandığımız bazı Arapça kelimelerin gerçek Türkçe karşılıklarını veriyordu. "Selam" kelimesinin "Barış" anlamına geliyor olması özellikle çok ilginç gelmişti bana. Yazının ilerleyen kısımlarında Kur'an da geçen, selamlaşma ile ilgili kısımlardan bahsediyordu. Şöyle ki; "selamun aleyküm" demek "Barış üzerinde olsun" demekmiş. İslam (teslimiyet) dininde selam vermek ve bir selamı karşılamak çok önemliymiş. Kur'an da şu şekilde geçiyormuş: Siz bir selam ile selamlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin (Nisa suresi, 86. ayet). (Bizim kültürümüzde de selamlaşmak çok önemli değil midir zaten? Türk sosyal yapısını şarkılarına taşıyan Barış abimiz bile bir şarkısında "Selam almayana yiğit denir mi?" demiş.)

Hal böyle olunca "merhaba" kelimesinin kökeni, anlamı meraklandırdı beni. Netten araştırdım. Çoğunlukla Farsça'dan gelme bir kelime olduğunu ve "benden sana bir zarar gelmez" demek olduğunu yazmışlar çeşitli sitelerde. Fakat hiçbirisinde güvenilir bir kaynak verilmemiş. En güvenilir kaynak olarak TDK'da merhaba'nın Arapça kökenli bir kelime olduğunu ve "geniş, güzel yere geldiniz, rahat ediniz, hoş geldiniz" gibi bir anlama karşılık geldiğini söylemiş.

Bu konuyu gündeme getirmek istememin nedeni ise yıllar önce okumuş olduğum bir yazı. Dictionary.com diye ilginç bir site var. Normal sözlükten farklı olarak çeşitli makaleler yayınlıyorlar. Ben bu siteye denk geldiğimde yayınladıkları makale "hello" kelimesinin kökeni ile ilgiliydi. Görünen o ki buralarda insanların birbirini selamlamak için kullandıkları "hello" kelimesi esas olarak karşındaki kişinin dikkatini çekmek için kullanılırmış. Yazıda dediği üzere karşındaki kişinin susması, yaptığı işi bırakması ve dikkatini konuşan kişiye yöneltmesi amaçlı kullanılan bir kelimeymiş ve av köpeklerinin dikkatini çekmek için kullanılırmış.

Almanların "tschüss" ü, İtalyanların "ciao" su, Fransuzların "adieu" su ya da İspanyolların "adios" u ne anlama geliyor, hangi kökenden geliyor tam olarak bilemiyorum; o yüzden konuyu "onlar ile biz" karşılaştırması gibi bir noktaya getirmek istemem. Fakat öte yandan düşünüyorum da... Herhalde Amerika'da falan insanları "peace!" diye selamlasak hippi olarak değerlendirilir, kafamızın güzel olduğundan şüpheleniliriz. Bence bu yazılar içinde yetiştiğimiz kültür, kullandığımız dili sevmek ve daha bir zevkle kullanmak için bir neden.

Bahsi geçen yazılar:
Selam! Biraz Yabancılaşır mısınız? http://www.afilifilintalar.com/selam-biraz-yabancilasir-misin
Danger! What is the frantic origin of "Hello"? http://hotword.dictionary.com/hello/
Merhaba http://tdkterim.gov.tr/bts/ (merhaba yazıp aratmanız lazım, siteyi taşıyamıyorum buraya)

20 Kasım 2011 Pazar

MARİNA ABRAMOVİÇ

«Вы не сможете смыть со своих рук кровь, так же как нельзя смыть позор войны.”

“You can not wash the blood from your hand, as you can’t wash the shame of war.”

Sizi çok enteresan bir kadınla tanıştıracağım. Vücut sanatçısı Marina Abramoviç... Dün akşam Moskova’daki Garaj Modern Sanat Galerisi’nde 8 Ekim’den beri devam eden Marina Abromoviç sergisine gittim. Belgrad’ta başlayan sanat kariyerine şu an Amsterdam’da devam eden Sırp kökenli Abramoviç 30 yıllık bir sanat geçmişine sahip. Bildiğim(i sandığım) sanat kavramını alt üst eden bir kadın benim için... Modern performans sanatının dehalarından biri olarak kabul ediliyor, bu sıfatı sonuna kadar da hak ediyor bana kalırsa.

Öncelikle vücut sanatı ve performans sanatı kavramlarını açıklamak gerek. Vücut sanatı, post modern kültür içinde haz ve tüketime odaklanmış beden yerine acı, iğrenme ve endişe yaratacak beden durumlarının peşindedir. ABD'de ortaya çıkan bu sanatın başarılı temsilcilerinden olan Abramoviç kendi performanslarında daha çok acı, kendini kurban etme, ölüme yaklaşma denemeleri üzerine yoğunlaşıyor. Vücut sanatı ile iç içe de geçebilen performans sanatı ise önceden tasarlanmış bir eylemin sergilenişidir. Tiyatroya benzetilebilse de izleyici ile sahne arasında engeli yok sayması, sanatçının dokunulmazlığını kaldırması bakımından tiyatrodan ayrılır. İzleyiciyi sanata eylemsel ve düşünsel olarak dahil etmek performans sanatının amacıdır. Abramoviç de yapıtlarını oluşturma, performansını sergileme aşamasında izleyicinin katkısını şöyle ifade ediyor: "Halkın bana bakmasına ihtiyacım var. Çünkü halk bir enerji diyaloğu yaratır, fiziksel ve zihinsel bir enerji alırsınız..."

Çoğu zaman “Abramoviç’ten korkmayanlar kimler?”, “Psikopat kadın”, “Deli işte” gibi tepkilerle karşılaşıyor performansları. Çünkü bedenini ve zihnini kelimenin tam anlamıyla son noktasına kadar zorlayan şeyler yapıyor. Sesi kısılana kadar çığlık atmak, kendini kaybedip düşene kadar dans etmek, ateşe verilen bir yıldızın ortasına uzanıp ayağı yandığı halde hiç tepki vermeden seyircilerden biri kendisi kurtarana kadar uzanmak gibi performanslar mesela. Sanatçının kendi vücudunun ve zihninin sınırlarını sınamakla kalmayıp buna seyirciyi de katarak sanatın izleyicisi olanların da içlerini-niyetlerini ve sınırlarını sınayan performanslar bunlar.

1974 yılında gerçekleştirdiği, içinde gül, jilet, testere, dolu silah, sabun, parfüm, bıçak gibi birçok farklı şey olan 72 objeyi seyircilere istedikleri gibi kullanma iznini verdiği performansı bunun en cesur ve unutulmaz örneği. Süresi 6 saat olarak belirlenen performansı Abramoviç şöyle anlatıyor:

“Öğrendiğim şuydu: Eğer seyircilere (o imkanı) bırakırsan seni öldürebilirler.”... “Kendimi gerçekten saldırıya uğramış gibi hissettim. Elbiselerimi parçaladılar, karnıma gülün dikenlerini batırdılar, bir kişi silahı başıma yöneltti, bir başkasıysa elinden aldı. Bu agresif bir ortam yarattı. Önceden planlandığı gibi 6 saatten sonra (performans bitince) kalktım ve seyirciye doğru yürümeye başladım. Fiili bir yüzleşmeden kurtulmak için herkes kaçtı.”


Aşağıdaki fotoğrafsa Marina Abramoviç ve Ulay'ın Rest Energy performansından. Marina’nın göğsüne yöneltilmiş yaya gerili okun gerilimini taşıyan sadece vücutlarıydı. Elbiselerine iliştirişmiş mikrofonlar Abramoviç'in kalp atışlarının hızla yükselişini ve Ulay'ın düzensiz nefes alıp verişini kaydediyordu. En ufak bir hata ölümle sonuçlanabilirdi. Dördüncü dakikatan sonra tırmanan tansiyonu düşürdüler ve Abramoviç kalbine yönelmiş okun tehlikesinden kurtuldu. 9. dakikada performansı sonlandırdılar...

Benim en etkileyici bulduğum performansı ise “Balkan Barokkosu”... Yugoslavya’nın çökmesiyle ortaya çıkan savaşlara adadığı günler süren performansında teker teker tüm kemiklerden kanları silmeye çalıştı Abramoviç. Sonuç ise şuydu: “Ellerinizdeki kanı silemezsiniz, savaşın ayıbını silemediğiniz gibi”...


Gelelim sergiye... Öncelikle sergisine gidebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Zira Türkiye’ye bu kadar cesur bir serginin getirilme ihtimali maalesef çok düşük. Olur da başka bir ülkede Abramoviç’in sergisine denk gelirseniz muhakkak girin içeri ve tanışın kendisiyle. Sergiye girerken 18 yaşın altındakiler giremez yazısıyla karşılaşacaksınız. Haklı bir uyarı da, çocukların anlayabileceği düzeyde değil, epey alt üst edici olabilir onlar için...

Sergide ayrı salonlarda Abramoviç'in eski performanslarının dekorları ve video kayıtları/fotoğrafları yer alıyor. Ayrıca genç performans sanatçıları, Abramoviç'in daha önceki performanslarını -aynen onun yaptığı gibi çıplak olarak- yapıyor. Belirtmek gerekiyor, Abramoviç için çıplaklık, sanatçı-sanat-seyirci arasındaki bütünleşmeyi, etkileşimi bozan unsurları ortadan kaldıran en önemli öğe.

Sergide, ikinci salona sağında ve solunda iki tane çıplak kişinin bulunduğu daracık bir kapıdan onlara değmemeye çalışarak geçiyorsunuz. Bu da Abramoviç ve uzun yıllar birlikte olduğu Alman vücut sanatçısı Ulay’ın performanslarının tekrarlanışı...

İşte şu şekilde:


Daha anlatılabilecek, şaşılacak çok çalışması var. Ama amacım size hepsini anlatmak değil, merak uyandırmak. Hatta İstanbulModern’e ya da başka bir yere "Marina Abramoviç’i getirin" diye birlikte baskı yapmak için ortaya bir taş atmak. :)


Kaynaklar:

Mehmet Ali Kaplan, Çağdaş sanatta ifade aracı olarak beden.

Gökcen Meryem Kılınç, Bedenin iktidar kavramına karşıt bir öğe olarak vücut ve performans sanatında kullanılması.


15 Kasım 2011 Salı

Modern Warfare 3

Yapımcı: Infinity Ward ve Sledgehammer Games.

Çok seneler önce, Er Ryan'ı kurtarmak filmi çıktıktan sonra bir ikinci dünya savaşı filmleri, oyunları furyası başlamıştı. Ardından gelen Pearl Harbor gibi salak saçma şeylerden öte, ünlü seri Medal of Honor Spielberg'in taktiğini çok iyi kavrayarak Medal of Honor: Allied Assault adlı oyunu piyasaya sürdü.

Oyun mükemmele yakındı, müthiş bir soundtrack, harika ve heyecanlı tarihsel sahneler, gerçekçi oynayış ile birkaç sene oyun piyasasını domine etti.

Activision seriye devam ederken daha sonraları şirket içinde anlaşmazlıklar olur ve yazılımcıların bir kısmı, hatta yüzde elliye yakın kısmı, şirketten ayrılır ve Infinity Ward isimli bir firma kurarlar. Firma hemen işlere başlar ve Call of Duty serisi başlar.

Price'lardan Price beğen.
Serinin sloganı, 'Savaş tek kişi ile kazanılmaz.' idi. Medal of Honor'a tepki amaçlı olduğu çok belli olan slogan, Medal of Honor'da genellikle tek bir adamla bütün üssü yokettiğimiz saçma senaryoları eleştiriyordu. Kendi oyununda Infinity oyuncuyu hiçbir zaman yanlız bırakmadı, her zaman bir grup ile savaştığımızı hissederek sundu oyunları. Bence o zamanlar verilmiş en doğru karardı. Terminatör oyunu değildi sonuç olarak, basit bir askeri oynuyorduk savaşta, tek kişi olmamalıydık. Çok da iyi oldu öyle yapmaları.

Medal of Honor ve Call of Duty yıllarca sidik yarışına girdiler. MOH bu yarışta nefessiz kaldı ve yolun yarısında bu işe bir dur dedi. COD artık Single Play FPS'lerinin en iyileri arasında kendi yerini almıştı.

Ta ki, birşey keşfettikleri ana kadar.
İkinci Dünya savaşı baymıştı.


MOH serisi hala Airborne ile devam ederken oyuncular da artık birşeyin farkına vardılar, ikinci dünya savaşının zirilyon oyunuyla artık her cephesini, her görevini oynamıştı. Gitmeyecekti bu böyle.

Infinity Ward bunun üzerine kolları sıvadı ve zamanı 70 sene ileri aldı.

Modern Savaş çağındaydık artık. Rusya ile Amerika arasındaki soğuk savaş çağının yetiştirdiği milliyetçi zihinlerin yaratmaya çalıştığı yeni bir sıcak savaşın altından kalkmaya çalışan Task 141 adlı uluslararası (Genelde İngilizler ama, Tanrı Kraliçe'yi korusun ki.) özel kuvvetlerin maceralarını oynamaya başladık.
Tabi bir yandan Amerika, bir yandan da Rusları oynayarak senaryoya tümüyle hakim olduk.

Oyun patlama yaptı tek cümleyle o zamanlar. Ayrı bir seri kaçınılmazdı. Modern Warfare Call of Duty serisinden sıyrıldı ve kendi yoluna gitmeye başladı.

Helikopterler bile sabunla yıkanır.
Oyun seri olmaya başlayınca da, karakterler yerlerine oturmaya başladı, eski oyunların aksine, bu oyunlarda basit adamlar değildik, zıttına, müthiş, harika, akıllara kazınan harkulade karakterler yaratılmıştı.

Captain Price, Mc. Tavish, Gas, Ghost, Yuri, hepsi birbirinden ilginç, birbirinden güzel, konuşulası İngiliz karakterler. (Yuri hariç) Hepsinin ayrı ayrı fanları çok sayıda zaten sosyal ortamlarda.

Oyunun hikayesinden çok bahsetmek istemiyorum, zira hikaye öylesine değerli ki, her köşesi ayrı bir spoiler. Çok değişik başlamıştı Modern Warfare, herkesi ters köşeye yatırmıştı. İkinci oyun biraz İki Kule tadında aksiyondan aksiyona atladığımız, hikaye açısından çok ilerleme olmayan ara bir oyundu bence, ama son oyun Kralın dönüşü gibi geldi geçti. Mükemmel bir finalle aramızdan ayrılıyor Modern Warfare. Zafer sigarasını hep beraber yaktık oyunun sonunda.

Tom Clancy'yi aratmayacak mükemmel bir politik gerilim, harkulade yaratılmış karakterler, Hans Zimmer ve Brian Tyler, oyucuyu her saniye hayretler içinde bırakan Sinematik sahneler ile tüm zamanların en iyi FPS serileri arasında yerini aldı benim gözümde Modern Warfare.

Çok iyi başladı, daha da iyi bitti. Battlefield 3 manyaklığı olan bu zamanlarda bile sıyrılmayı başardı her şeyden MW3,
senaryonun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha oyunculara göstermiş oldu.

Vidyo oyunu seven herkes bu zevki tatmalı, yoksa çok şey kaçıyor benden söylemesi.

*Battlefield 3'çülere bir lafım. Evet ben de seviyorum BF serisini, ama görsellik her şey değil, anlayın artık bunu.


13 Kasım 2011 Pazar

42: Forty Two Up

Yönetmen: Micael Apted

UP serisi şu ana kadar gördüğüm en çılgın, ama bir o kadar da muhteşem proje olabilir. Yeni keşfettim ve gerçekten aşırı haz olarak izliyorum.

UP serisi aslında sinema tarihinin en sabırlı projelerinden biri. Öncelikle bunun bir belgesel olduğunu belirtmek gerekir. Ana tema da aynen şu şekilde, İngiliz Apted abimiz 1964 yılında 14 tane 7 yaşındaki çocuğu bir araya getirir ve onlarla her şey hakkında ropörtajlar yapar. '7 Up' isimli serinin ilk adımında çocuklarla genelde, 'Ne olmak istiyorsun büyüyünce?, Kız/Erkek arkadaşın var mı?, Olsun ister misin?, Neler yapmaktan hoşlanıyorsun?' gibi sorularla sohbet edilir.


İşin güzel yanı bundan sonra başlıyor. 1964 yılından sonra her 7 senede bir bu arkadaşlar tekrar toplanır ve röportajlara devam edilir. Önceki 7 yıl değerlendirilir, sonraki 7 yıl hakkında tahminler yapılır. Hayatları anlatılır, biz de her 7 senede bir 2 saatlik bir televizyon belgeseliyle bu 14 çok ilginç insanın hayatlarının değişimini izleriz. 7 Up, 14 Up, 21 Up diye gidiyor serinin bölümleri.

Aslında bu kişiler olabildiğine normal insanlar, sadece her programda kişilere her sene sorulan sorular ve cevaplarını arka arkaya görünce insan psikolojisinin ne manyak birşey olduğunun farkına varıyoruz ve beynim eriyor benim izlerken şahsen. Mesela Tony adlı bully abimizin küçükken kız arkadaş konusu hakkındaki düşüncelerini ve 42 yaşında yanında eşi ile aynı muhabbeti yapması mükemmel bir analiz sunuyor bize.
Astronot olmak isteyen başka bir abimizin, 42 yaşında çocuğu ile oynarken 'Yahu bu hayatımdaki en iyi an olabilir.' demesi de ayrı bir ilginçlik.

Çocuklarının anne ve babalarını kaybetmeleri de özellikle anlatılıyor. Çok ilgi çekici ve düşündüren sahneler var.

14 Çocuğun her yaştaki hallerini karışık ve karşılaştırmalı izlemek gerçekten inanılmaz, çok, ama çok ilginç bir yapım.

Duyduğum kadarıyla 49 Up da çıkmış 2005'te, 42 Up 1998 yapımı çünkü. Onu da çok merak ediyorum açıkçası.

Çok değişik, çok acayip bir belgesel. Kesinlikle izlenmeli.


12 Kasım 2011 Cumartesi

Just a Pilgrim

Warren Ellis isimli bir çizgiroman yazarı var. Kendisinin bir düşüncesine göre; insanlar çizgiromanları, karakterleri takip etmemeliler, çizgiromanları değerlendirirken karakteri ön planda tutmamalılar. Yazar-çizerleri takip etmeliler. Yani atıyorum bir dükkana girdiğiniz vakit örümcek adamın ya da batmanin yeni hikayesi gelmiş mi diye bakmamalısınız, Alan Moore'un ya da Frank Miller'ın o ay ne yazmış olduğuna bakmalısınız. Şahsen ben tavsiyesine uyuyor ve kendisini takip etmiyorum.

Bazı yönleriyle çok gereksiz olsa da pratik yararları olduğu göz ardı edilemez bir düşünce. Mesela benim Garth Ennis isimli kuzey İrlandalı çizgiroman yazarıyla tanışmam ve kendisini takibe almam, Warren Ellis'in fikirlerini okuduktan sonra gerçekleşti.  Eskiden daha çok yayıncı firma, hikaye, ana karakterler gibi şeylere dikkat eder, yaratıcı kadroya çok nadir bakardım. Garth Ennis'in meşhur olmasını asıl sağlayan seri olan Preacher başka bir başlığın konusu olur, ya da bir vakit diğer çok tutan serileri Hitman ve Punisher'a bir ara göz atabilirsem ben de kendisi ile ilgili söyleyecek daha çok fikrim olabilir. Şimdilik 2001 yılında, Wizard tarafından yayınlanmış hikayesi "Just A Pilgrim" den bahsedelim.

Ennis'in söylediği üzere Just a Pilgrim, Preacher serisinin bittiği vakitlerde yazdığı bir hikayeymiş. Preacher'da daha ileri götürmek istediği bazı fikirlerini burada kullanmış. Bahsi geçen konu dini fanatiklik. Şöyle ki ana karakterimiz "Pilgrim" çevrede dolanan, kötü adamları bir makine gibi öldüren, sürekli İncil'den bölümler okuyan, bir gözü haç şeklinde dağlanmış biri.

Aslında Pilgrim'e bakınca Garth Ennis'in kült film merakının izleri çok net gözüküyor. Belli ki bir gün Mad Max izliyormuş ve "ben de böyle bir çizgiroman yazmalıyım, post-apokaliptik, çöllerde geçen falan filan" demiş. Bir başka gün Unforgiven'ı (ya da Clint Estwood'lu başka bir kült westernini) izlerken "işte, ana karakterimin tipi, tarzı böyle olmalı" demiş. Son olarak da Blues Brothers'ın ilk filmi esnasında "Hah, karakter olarak da böyle saplantılı, tekinsiz, ne yapacağı belli olmayan bir adam olmalı" demiş (Kitabın ön sözünde de Jake Blues'dan bir cümle bile var). Tabii tüm bunlardan sonra da yaratıcı dokunuşunda bulunmuş. Ana karakterini yamyamlıktan hapis yatmış, bir zamanlar barbar bir asker olan, kıyamet esnasında hapisten kurtulan, kendi suratının bir tarafını demir bir haçla dağlayan ve sağda solda incil okuyan bir adam haline sokmuş.

Uzun bir seri değil Just a Pilgrim; 9 sayıda 2 hikaye anlatmış ve bitirmiş öyküyü. Aslında daha pek çok hikayeler anlatılabilinecek, uzatılabilinecek bir atmosfer kurulmuş, karakterler yaratılmış. Fakat sanırım aynı yapıdaki başka hikayelere (Mad Max ya da Wasteland gibi) benzetilmemek açısından kısa kesilmiş. Bir de zaten Garth Ennis, hikayeleri detaylı işleyen, uzun uzun anlatan birisi değil. Onun bir bölümde yazdığı öyküyü 1 ciltten fazlasında anlatan çizgiromancılar var. Bir Garth Ennis çizgiromanı olarak, hiç okumamış birisi için Preacher'dan önce iyi bir alıştırma "Just a Pilgrim". Tabii Garth Ennis'in din konusunda en ufak bir olumsuz imayı hakaret kabul edenlerin öfkeyle lanetleyeceği bir yazar olduğunu da not etmeden bitirmemekte fayda var.

11 Kasım 2011 Cuma

Hani Akdeniz'e doğrasalar beni...

Barış Manço'nun özellikle Mançoloji albümündeki şarkıları sanıyorum ki Türkiye'nin yarısından fazlası ezbere biliyordur. Hatta bir festivalde tanıştığımız Avusturyalı bir Türk arkadaşımız, Avusturyalı arkadaşlarına Gülpembe'yi öğrettiğini anlatmıştı.

Öte yandan Barış abinin çok fazla bilinmeyen öyle şarkıları vardır ki... İnsan ilk dinlediğinde ne düşüneceğini, nasıl hissedeceğini şaşırır. Barış Manço'nun Türk alfabesi için bir şarkı yazmış olduğunu biliyor muydunuz? (bknz. S.O.S Aman hocam) Bu yazının konusu bu tür şarkılardan benim dinlemekten büyük zevk aldığım 2 tanesi: Cacık ve Lahburger.

Cacık için aslında tam olarak şarkı demek zor. Rap ile karıştırılmayacak olsa melodi eşliğinde okunan şiir diyeceğim de söz konusu tam olarak bir şiir sayılmaz. Daha çok bir çeşit iç hesaplaşma... Aslında cacık ile ilgili çok bir şey yazmak istemiyorum; sadece çok sevdiğim için paylaşmak istedim.   



Asıl hakkında birkaç kelime laf edilecek şarkı Lahburger. Aslında şarkının adı bile konunun ne olduğunu, ne dinleyeceğimizi net bir şekilde anlatıyor. Anadolu ile, geleneksel ile (Lahmacun) batının, yeninin, evrenselin (Hamburger) arasında kalmış bizler, Türkiye, Avrasya, vb. Konuya "Barış Manço dokunuşu" ise şarkının bölümlenmiş yapısında gizli. Öncelikle "evvel zaman içinde..." diye başlayarak neler olduğunu anlatıyor bize Barış abi. Diyor ki; kırmızı köşede geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, bu topraktan çıkana hayran bir kitle var, mavi köşede ise özellikle batıdan gelene, yeni olana, popüler-evrensel olana meraklı başka bir kitle var. Bu iki kitle sürekli bir çatışma halinde; kırmızı, mavinin geleneğimizi yozlaştırdığını, bize ait değerlere sahip çıkmadığını düşünüyor. "Türk sanat müziğinin makamlarını bilmez, rock müziğin OD'den ölen yıldızlarının hayat hikayelerini ezbere bilir" diyor. Mavi ise kırmızıyı eski kafalı buluyor, değişime ayak uyduramadığını, yeni dünya düzeninde bu şekilde yer alınamayacağını söylüyor.

İkinci kısım geldiğinde ise Barış abi her iki rengin de kendine has bir güzelliği olduğunu anlatıyor. Onun böyle güzellikleri var, bunun böyle güzellikleri var. Asıl farkını, bahsettiğim "Barış Manço dokunuşu" nu da bu noktada koyuyor zaten: Olumsuzluklara değil, güzelliklere eğiliyor.

Son bölüm şarkının geriye kalanından alakasızmış gibi geliyor. Lahmacun ve hamburgerden bahsettikten sonra "rakı-ayran, şal-çuha, vs." ne alaka diyor insan. Barış abi burada bize diyor ki; içmesini bilene rakı da bir ayranda. Yani sen adam olabildikten sonra kırmızı da bir, mavide. Ve yeni dünya düzeninde bir tarafa ya da öteki tarafa karşı olanlar tutunamayacak, her iki tarafı da hevesle kucaklayanlar ayakta duracak.



Daha fazla uzatmanın aslında çok da manası yok aslında. Bu şarkıları (ya da kendini düşüncelere götüren başka şarkıları) dinleyen ve benim gibi düşüncelere dalanlarınız olursa bir fırsatını bulur, oturur uzun uzun sohbet ederiz.

8 Kasım 2011 Salı

Tez

Yazan: Bütün Dünya Çocukları

Çekilmez işi, her şeyi birleştirme afakanları, yazma hamallığı ile genellikle toplumda 'state of the art' yani en son (yani Avant Garde) bulunan, sonuçlanan bilgileri bize ileten bir başyapıt.


Yaparken de, yazarken de, okurken de, düzeltirken de zerre kadar haz almadım.

Aşırı boğucu, insanı gerçekten düşüren, hayat enerjisini pipetle çeken bu başyapıtı okurken hissettiğim duyguları en son çok önceleri seyrettiğim Gaspar Noe Filmi olan 'Enter the Void'den almıştım.

Yapıt sizi o kadar boğuyor ki, sürekli ara veriyorsunuz, geri dönmek istemiyorsunuz onun dünyasına.

Herkese tavsiye ediyorum, özellikle Master of Science teziyse, kaçırılmamalı.


2 Kasım 2011 Çarşamba

Bunraku (2010)

Yönetmen: Guy Moshe
Yazan: Guy Moshe, Boaz Davidson
Oyuncular: Josh Hartnett, Woody Harrelson, Demi Moore, Ron Pearlman, Gackt

Japonya'daki kukla tiyatrosuna verilen isimmiş Bunraku. 400 yıllık bir gelenekte 1.5 metrelik kuklalar, siyah kıyafetler sayesinde farkedilmeyen adamlar tarafından oynatılırmış, böylece hikaye anlatılırmış.

Filmimiz bir çeşit alternatif gelecekte geçiyor. Yıkımlar, savaşlardan sıkılan insanlar gelecekte silahları bırakırlar. Artık kimse ateşli silahlar kullanmamaktadır. Sadece sopalarla, kılıçlarla, baltalarla öldürürler birbirlerini; bombalar, füzeler, tabancalar tamamen yok olmuştur. Aslında hikayenin giriş bölümünde olayların böyle gelişmiş olduğunu söylemese hikayenin gelecekte geçtiğine ilişkin hiçbir iz yok. Zamansız bir hikaye denebilir; belki retro-fütirist desek olur.





Hikayeyi çok fazla anlatmaya lüzum yok. Zaten filmin ilgi çeken, ön plana çıkan noktası değil hikaye. Ana karakterlerle tanıştığımız anda (ilk 10-15 dakika sanırsam) nasıl bir hikaye olacağı, neler olacağı çok belli. Şehri kontrol eden çok güçlü kötü adam ve şehre yeni gelen 2 güçlü, ilginç yabancı...

Hikayeyi irdeleme sorunsalından kurtulduktan sonra enfes bir ziyaret kalıyor geriye. Özellikle "Sin City" ile birlikte son zamanlarda yükselişe geçen "çizgiroman estetiğindeki filmler" fursayına dahil edilebilinecek, ve bu furyanın en başarılı örneklerinden biri gösterilebilinecek bir film Bunraku. Atmosfer, karakterler, sahneler arası geçişler, müzik, ses efektleri... Hele ki Final Fight tarzı (bknz. beat'em up oyunları) bir sahne var ki, her anında, her ayrıntıyı bağıra çağıra anlattık birbirimize izlerken. Filmin bu yönden (çizgiroman estetiği) benzerlerinden (Sin City, 300, Scott Pilgrim, vs.) en büyük farkı ise bir çizgiroman uyarlaması olmaması. Direk film olarak yazılmış, çizilmiş ve oynanmış.

Kaçırılmaması gereken bir film. Bazı sahneleri oturup tekrar tekrar izlenecek kıvamda; ki her izlemede de büyük bir görsel şölen sunmaya aday.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Luxus (Oriental Blues)

Öncelikle; benim anlatabileceklerimden çok daha fazlası için: http://www.luxusorientblues.com/


2000'li yılların ortalarında, öyle birkaç arkadaşın bir araya gelip müzik çalması değil de solistleri Alper Bakıner'in çalışması, tasarımı üzerine bir araya gelmiş bir grup Luxus. İstanbul'da, Olimpos'ta falan çeşitli barlarda çaldıktan sonra, sanırsam 2008 yılında ilk albümleri "Acayip Şeyler" i çıkarmışlar.

Abilerim (ve ablam) baya hesaplı bir iş çıkartıyorlar. İlk albümlerinde bilinen, sevilen 4 parçanın yorumuyla bir tanıtım yapmışlar. Çok net duyan herkesin eşlik edeceği "Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş" en öne çıkan parçalarından. Ardından bir Müslüm Gürses yorumu olarak "Yuvasız Kuş", harika bir türkü, mükemmel bir çilingir sofrası şarkısı olarak "Haydar Haydar" ve albümün son şarkısı olaraktan "Üsküdar'a Gideriken" her biri şarkının tadını bozmadan blues tonlarında yorumlanmış, çok başarılı şarkılar olmuş.




Öte yandan kendi besteleri de en az yorumları kadar başarılı. Hele ki albüme ismini veren, ilk klip parçaları "Acayip Şeyler" direk grubu özetliyor. Anlamlı gibi gözüken absürd sözler (anlamlı gibi derken; anlamsız değil. :D Yanlış anlaşılmasın), oriental çalgılar (klarnet, keman) ve blues çalgıları (bateri, gitar, bas gitar) -bir de akordeon var da onu nereye koyayım bilemedim-, ve çok başarılı bir sentez. Acayip Şeyler'den sonra bence en akılda kalıcı olarak da "Zonk" geliyor. Özellikle "Ben meraklı bir insanım, bu kadın milleti laftan niye anlamıyor..." şeklindeki nakaratı beylerimizin sık sık ağzına takılmaya aday.




Kendilerini "Uzak olsun bizden yüzü asık tıngırtılar... Biz; son kalan kar birikintisini düşüzmeye yatak yapmış iki çılgın kedi için çalarız yalnızca... ve lakin herkes bundan sebeplenir..." şeklinde tanıtan grup, "Bu sabah kızgın bir ejderha gördüm, evimin bahçesinde...", "şirin baba bunalmış dünyadan, biz nasıl yaşayalım", "Hanginiz gördünüz önceden mavi kafalı bir fil" şeklinde sözlerle dinlemesi çok zevkli bir ilk albüm yapmışlardı. Duyduk ki bu aralar ikinci albümleri de yayınlanmış. "Bi Lareya" isimli ikinci albümleri "Ada Sahilleri" haricinde galiba tamamen kendi şarkılarından oluşuyor. Sitelerinde verdikleri örneklere dayanarak en az ilki kadar güzel bir albümle karşı karşıya olduğumuzu iddia etmek çok da yanlış olmaz. Ve yayınladıkları her albümün de birbirinden güzel olacağının izleri de mevcut. Dinleyiniz. 

27 Ekim 2011 Perşembe

Douglas Adams ve Salmon of Doubt

İngiliz mizahı yıllardır bir ön yargıyla karşılanır Türkiye'de. "Uymaz bize." denir genelde. Onlara komik gelen birşeyin bize gelmeyeceği söylenir. Aslında zaman da göz önüne alınınca bu yargının doğru olduğunu görebiliriz. Bizim eskiden Mizah duygumuz genelde eylemleri barındırdığından, bu İngilizlerin durum mizahına uymuyordu. Daha sonra globalleşmeyle bilmemneyle biraraya geldik ve mizahlar da iyice muhallebi kıvamında karışmaya başladı.

Eh biz de ev halkı olarak nebileyim bir İngiliz aksanı, bir mizahı seviyoruz. İngiliz şovları genelde ilk tercihlerimiz oluyor, dizilerini, filmlerini yakından takip ediyoruz. İngiliz yazar çok okumuyoruz aslında, ama en azından gönlümüzde ayrı yeri olan abimiz Douglas Adams'tan biraz genel ve ardından Kuşkucu Somon'dan bahsetmek isterim.



Douglas Adams (DNA) bilindiği üzere en çok HGG serisi ile tanınır; 'Otostopçunun Galaksi Rehberi', bir BBC radyo dizisi olarak başlayan seri, ardından kitaba, ardından televizyon dizisine, en son Adams'ın ölümüne çok yakın bir tarihte de Sinema filmine dönüştürülmüştür. İşin en eğlenceli yanı, her serinin hikayesi birbirinden olabildiğince alakasızdır. Radyo serisi fanları, kitap serisi fanları, televizyon serisi fanları gibi taraftar grupları çıkmıştır sonra insanlar arasında, herkes hangi serinin daha iyi olduğuna dair sidik yarışına girer. Kişisel olarak ben radyo serisini dinlemedim, ama kitap > tv serisi diyeceğim. 

Bunun dışında DNA'dan gereksiz bilgiler vermek istersek; Pink Floyd ile yakınlığı, birkaç şarkıya referans olmasına neden olmuştur, Shine on you crazy diamond mesela. Klasik müzik ve o zamanın Rock müziğinden hoşlanır.

Monty Python adlı müthiş grubun başlarda senaryolarını yazmaya başlar DNA ilk zamanlarda, zaten DNA ve MP mizahları birbirine o kadar yakın ki, ikisi de beni katıla katıla güldürüyor. Daha sonra oynar da hatta şovlarda (İlk fotoğraf DNA'nın MP'dan bir sahnesi.) Daha sonra MP'dan kopar (bir sorun olur aralarında) ve kitaba verir kendini DNA. Sorunlu bir ilişki yaşayan DNA, daha sonra ilişkisini de düzeltir, her şeyi yoluna koyar ve kendini iyice kitaplara verir. 

Kendisi ateisttir bir de. Ve bunu çok sert olarak savunur. Tek beğenmediğim özelliği aslında bu bağnazlığı DNA'nın. Diğer insanları çok aşağıdan gören bir adam olarak söylenir hakkında, ki Kuşkucu Somon'da da inançlı insanları biraz ezdiğini görüyoruz. (Fiziksel olarak Ogre kadar uzun biri olduğu için 'Hem fiziksel, hem de toplumsal olarak üstten bakıyorum.' der kendisi hatta.) Richard Dawkins'le kankadırlar, hatta Richard'a müstakbel eşini DNA tanıtır. Kitaplarının girişlerine birbirlerine atıf yapmışlardır.

Bir de Apple manyağı bir heriftir bu. Teknolojiyi çok sever, ki o zamanki teknoloji daha bir mekanik+elektronikti, bu zamanki gibi full elektronik değil, daha bir eğlenceliydi yani. Teknolojiye sövmeyi de çok sever DNA, ama en sonunda şevkatle onu kucaklar yazılarında. Değişik bir adamdır. 

Şimdi OGR (HGG)'dan bahsetmeyeceğim çokçana, herkes biliyor zaten ne olduğunu. Arthur Dent'in galakside tam 5 kitapta toplanan OLAĞANÜSTÜ hikayesi anlatılır. Her sayfasında nefesim kesilmişti heyecandan, gülmekten ve sırıtmaktan çenem ağrımıştı. O kadar iyi bir kitap ki, okuyun demekten başka bir yorum gelmiyor içimden. 

Amma velakin, benim asıl demek istediğim şey bu değildi; Ben DNA'yı  'Dirk Gently' serisiyle tanıdım. Dirk Gently ilginç olayları araştıran bir dedektifin macarelarını anlatıyor bize. Kendisi iki kitap. Bilimkurgu öğeleri yine var kitaplarda; ama daha da güzeli, İskandinav Tanrıları bu sefer ana konumuz. O kadar eğlenceli, o kadar heyecanlı kitaplar ki, DNA, mizahının sadece uzayda olmadığını göstermiş resmen. Ben açıkçası Dirk Gently'yi daha çok beğendim hep.


Bu yüzden;

HGG'nin son yarım kalmış kitabı denen Kuşkucu Somon (Salmon of Doubt) aslında bir HGG kitabı değil, ki bu benim için çok mutluluk verici bir havadis olmuştu. Daha da güzeli, içinde HGG ve Dirk Gently serisinin ufaktan birleştiği bir seri var. Kimbilir DNA yeni öyküsünü yazarken ölmeseydi neler çıkacaktı. Müthiş başlamış öyküsüne, ağırlıklı olarak Dirk Gently'nin etrafında dönüyor her şey, kesin çok da iyi gidecekti.

Bunun dışında Kuşkucu Somon'da DNA'nın kendi kısa yazıları ve bağımsız kısa öyküleri bulunuyor. Cengiz Han'ın özel hayatının anlatıldığı öyküler gibi yine çok acayip, ama bir o kadar eğlenceli öyküler var. 

Çok karışık oldu farkındayım, ama DNA'dan bahsetmek için bile başlıbaşına bir blog açılabilir. Şimdilik bunlarla idare edelim, belki ileride Dirk Gently ve HGG ile ilgili ayrı ayrı yazılar yazarız. (Bundan sonraki yazıda Monty Python'dan bahsedeceğim ama orası kesin.)

Sınavda sadece bunlar çıkacak;

1. HGG çok güzel seri, Marvin'e özellikle mutsuzluğu üzerinden ayrı bir sempatim var.
2. Dirk Gently bence daha güzel bir seri. İkinci kitabın sonuyla DNA hepimizi ters köşeye yatırıyor.
3. Salmon of Doubt kesinlikle okunmalı, DNA tam anlamıyla o zaman tanınabilir.


Russian Circles - Empros

Herkeşe benden çay. Çok değerli Pagan Çeşmesi hanımlarını ve beylerini selamlayarak ilk yazıma girişeceğim. Ama öncelikle Pagan Çeşmesinin kalabalık yazar kadrosunu artık hafiften hafiften buraya bir şeyler yazmaya girişmelerini diliyorum.

Russian Circles nedir necidir? 
Rock müziği kendini yenilemeye çalışıyor öncelikle söze böyle girmeliyim. 10 yıllılk periyotlar halinde bakacak olursak bu iş 50lerden bugüne böyle oldu. Fakat bu 60 yılın birikimi ve gelişen çağın yeni oyuncaları iyice yelpazeyi genişletti. Artık dinlediğimiz "rock" müziği rock diye tanımlayamıyoruz. Ne dinliyorsun sorusuna müzik demek gibi oluyor belki de. Bir sürü fraksyonlar, bir sürü farklı akımlar arasında insanlar kendilerini bir akıma kaptırmaya çalışıyorlar. Kabaca bu akımlardan biri postrock. Öyle tarihinden girip çıkmayacağım gruba geri döneceğim hemen. Rock'ı tanımlamaya çalışırken yaşadığımız sıkıntıyı içindeki dallardan biri olan postrock'da da yaşıyoruz. O kadar çok kılıcalı var ki işin içinden çıkılmıyor. (Oysa bi elektro, bi bas, bi davul 7 tane de nota var) Russian Circles post rock/metal yapan bir grup. Kendileri Chicago çocuğu olup, Tool'un alt grubu olarak sahne alarak ne kadar parlak olduklarını gösterdiler.

Nerden duyuyorsunuz böyle şeyleri?
Kendileri ile tanışmam ne Tool'un alt grubu olduğunu duymamdan, ne de parlaklıklarının bana ulaşmasından ötürü. İnternette müzik keşfine çıktığım zaman kendilerinin Station albümü ile karşılaşmıştım. Sert rifler, enerjik melodileri sayesinde aklıma takıldı koca albüm. Henüz sindirmeye çalışırken bu adamların kafasını, Milano'da konserleri olduğunu öğrendik. Efe, Burak'ı ziyarete falan gelmiş hep beraber gidildi. Çok net hayran kalındı. Takipe alındı bu olayın üzerine falan.

Enter, Station ve Geneva isimli 3 albümü vardı grubun şimdiye kadar. Daha sonradan Enter ve Geneva'yı iyiden iyiye hatmettik. Net bir tarzları var oldukça matematiksel işleyen şarkıları, sıklıkla yukarıya tırmanan bir melodiye sahip (düşürücü, doom postrock örneklerinden oldukça farklı) bir grup kendileri.

Empros Mempros diyor başlıkta ne ayak?
Empros 25 Ekim çıkışlı yeni Russian Circles albümü. Kendilerinin bahsettikleri "bu albüm bizim en sert albümüz olacak" açıklamalarından sonra oldukça merakta bırakmıştı sevenlerini. Fakat albüm bahsedildiği gibi (veya korkulduğu gibi de diyebiliriz) sert bir albüm değil. Sakin denebilir diğerlerine kıyasla. Kanımca grubun esas elamanı olan basçı Brain Cook şarkılarda oldukça etkisini gösteriyor. Kimi yerlerde sert ve enerjik melodilerde bünyeyi kıpırdatıyor. Grubu baştan tanımak isteyenlere kronolojik sırayla albümleri indirmelerini tavsiye ederim(Enter albümü atlanabilir). Empros içinden sağlam hitler çıkarabilecek sağlam bir albüm (albüm bütünlüğü olarak aynısını söyleyemeyeceğim, sanki şarkıları ayrı ayrı yazmışlar sonra ara kısımlarını uysun birbirlerine diye birleştirmişler gibi) Mdalek, 309, Atackla göze çarpıyor. Albümü edinmek isteyenler nasıl bulacaklarını biliyorlardır elbet. Buraya link koymasına konurdu ama FBI ile başımız belaya girmesin isteriz diye tahmin ediyorum.

İyi geceler.

25 Ekim 2011 Salı

Sleeping Beauty

Güzel düşünülüp heba edilen geçen sene filmi olan Sucker Punch'un masum çekici kızı Emily Browning bu sefer çok ilginç bir projede yer almış.

Julia Leigh isimli bayan yönetmenimizin ilk filmi Sleeping Beauty. Film Lucy adlı güzel mi güzel, ilginç mi ilginç kızımızın yine bir o kadar ilginç hayatını çok ilginç bir şekilde bize gösteriyor. (Her şey çok ilginç yani özetle.) Lucy hayatını programlamaya ve uykuya özellikle önem veren bir üniversite gencidir. Hayatının farklı parçalarını iç-içe izlediğimiz Lucy en sonunda, adından bile bahsedilmeyen arzu ve şevklerin gerçekleştirildiği, profesyonel bir şirkette işe girer. Sonra olaylar gelişir.

Baştan söylemeliyim ki, Sleeping Beauty esenlikli bir film değil. Evet bir Lars von Trier ya da Gaspar Noe kadar da sıkmıyor canımızı ama en azından yarattığı durumlar ve olaylar sayesinde izleyiciyi düşündürüyor, yapılan şeylerden ötürü utandırıyor, usandırıyor, hatta bazen düşürüyor. Lucy'nin çalıştığı iş yerindeki gerginlik, klüpteki akıl almaz yöntemleri, erkek arkadaşı ile yaşadığı dünyanın en garip ilişkisi, evde arkadaşları ile yaşadığı sıkıcı durumlar ve izlerken bizim Erinç ile 'Vakıf' adını verdiğimiz -bence dünyanın en mükemmel- şirketinde yaşanılan ve ağzı açık bırakan olaylar izlerken Lucy adına gerçekten değişik duygulara sahip olmamıza neden oluyor. Hikaye ve sunum bakımıdan çok çekici bir film Sleeping Beauty.

Hikayenin ilginçliği bir yana, görüntü yönetmenliği tam bir şaheser. Kamera açıları, setler, renk seçimleri, sinematografi olağanüstü. Özellikle vakıfın gösterildiği sahneler özenle çizilmiş resimler gibi. O kadar rahatlatıcı, o kadar göze hitap eden bir film ki, bir de üzerine yaratılan yoğun atmosfer ve şiir gibi anlatımla biz kendimizden geçtik. Vakıfın sahneleri izlerken neye bakacağıma, neye dikkat edeceğime karar veremedim, çok heyecanlandırdı beni o sahneler ciddi olarak.

Lucy'nin hayatı dolu dolu olmadığı için karakter sayısı da çok değil filmde. Buna rağmen var olan oyuncular güzel bir iş çıkarmışlar bence. Gerçi Emily Browning Sucker Punch'ta nasıl her sahnede sadece ağlıyorsa, bu filmde de çoğu sahnede ya uyuyor, ya da sadece bakıyor. Buna rağmen göze hiç batmıyor, ki film biraz garip olduğu için gayet de filme uyuyor Emily ablamızın odun oyunculuğu. Diğer oyuncular ise gayet başarılılar.

Film beni benden aldı evet, ama tam doyuma ulaşamadım. Güzel bir film, beklentileri yükseltmek istemem; ama her şeyden bağımsız olarak film sadece 'Vakıf' için izlenmeli. Dünyanın en ahlaksız, en konuşulmayan işlerinin yapıldığı Vakıf'ın mükemmel bir iş disiplini ve mottoları var. O kadar limitli, o kadar siyahla beyazın kesin olduğu bir yer ki vakıf, bu dünyadan değil adeta. Gerek yarattığı atmosfer, gerek kıyafet seçimleri ve karakterler ile bana aşırı derecede Pasolini'nin Salo'sunu anımsattı ve çok gerdi. O kadar gerdi ki hatta, zevk aldım. Bir de kişisel bir düşüce, nedenini bilmiyorum (muhtemelen Lucy'nin kıyafetın çok büyük etkisi var.) ama Lucy'nin işten önce patronuyla çay içip, uyumak için sedatif ilacını aldığı sahneler (fotoğrafını koydum hatta yukarıya) de bana Rosemary'nin Bebeği filmini anımsattı biraz biraz, değişik bir gerginliği ve bir 60lar havası vardı. Sadece paylaşmak istedim.

Değişik bir deneyim için Sleeping Beauty tam bize göre. Deneyci filmler sevenlerin kaçırmak istemediği bir film. Ha yok Hollywood sineması diyorsanız, Sleeping Beauty dünyanın en kötü filmi. (Bakınız imdb review'ları.)



21 Ekim 2011 Cuma

New York Trilogy - City of Glass

Yazan: Paul Auster

Aslında serinin tamamını bitirip bir yazı yazmak vardı kafamda; ama ilk kitaptan sonra öylesine beğendim ki, dayanamadım. 

Absürd ve suç kurgusunu bir araya getiren ünlü yazar Paul Auster amcamızın daha önce Timbuktu adlı kitabını hediye olarak almıştım. Başrolde Bay Kemik adlı bir köpeğin olduğu çok hoş ve sürükleyici bir kitaptı kendisi. Daha sonraları Amerikan Edebiyatı üzerine doktorasını yapan yarı Amerikan, yarı Türk bir arkadaşımdan, "Olmaz. Paul Auster'ı kendi dilinde okuman lazım." yorumunu aldıktan sonra geçenlerde gördüğüm New York üçlemesini kitapevinde görünce affetmedim. (İyi para verdim lan aslında, ama olsun.) Mükemmel bir kapağa ve iç dizayna sahip kitap zaten gözüme direk çarpmıştı, eh bir de en ünlü kitabı New York üçlemesiymiş zaten, haydi dedik.

İlk kitap olan City of Glass, durgunluk ve hatta gerileme dönemini yaşayan bir yazar olan Daniel Quinn'in bir gece yanlış bir telefon almasıyla başlayan ilginç hikayesini bizlere anlatıyor. 'Dedektif Paul Auster'ı arayan telefondaki kişiye yardım etmek isteyen Quinn, kendini Auster olarak tanıtıp hayatına yeni bir sayfa açar. Hayatı boyunca suç romanları yazan Quinn, gerçek hayatta kendini bir anda bir suç romanının baş karakteri olarak bulur. Sonrası telefon görüşmeleri, sürekli alınan notlar, gün içi kişi izlemeler, sırlar ve çözme girişimleri ve ilginç bir yan hikaye. 

Olabildiğine sürükleyici ve ilginç bir hikayesi var City of Glass'ın. Dün gece Erinç'e de diyordum, "Bored to Death" adlı bir dizi var fetişi olduğumuz. Jason Swartzman fetişliğimizden kaynaklanıyor biraz gerçi ama dizi olağan Amerikan dizilerinden çok farklı bir havaya sahip, başarısız bir yazarın özel dedektifliğe başlamasını anlatıyor bize. Hafif Agatha Christie, hafif kara film, hafif kara mizahın olduğu çok tatlı ve absürd bir dizi özetle. Yakın zamanda üçüncü sezonunun başlamasıyla New York dedektifliğini özlediğimizi zaten farketmiştik, o yüzden bir de üzerine Paul Auster amca çok iyi geldi. 

Bence orjinal dilinde okunmasa da olur, ben ekstra birşey almadım İngilizcesinden; ama sarı kapak kitap sevenlerin çok hoşuna gidecek bir roman. En azından birincisi. 

18 Ekim 2011 Salı

Mürekkep Yürek

Cornelia Funke bir çocuk kitapları yazarı. Ben daha önceden hiçbir kitabını okumamıştım ama Hırsızlar Kralı, Ejderha Süvarisi gibi çok sevilen kitapları varmış. Kendisinin dünya çapında bir yazar olmasını sağlayan ise Mürekkep Yürek ile başlayıp sonradan bir üçlemeye çevirdiği, Mürekkep Dünya üçlemesi.

"Mürekkep Yürek" adında bir kitapla başlıyor seri. Serinin ilk kitabının adı "Mürekkep Yürek" olduğu gibi ilk kitabın ana karakterlerinden bir tanesi de "Mürekkep Yürek" isimli bir kitap. Hikayemizin ana karakterleri bir kız ve kitap çiltçisi olan babasıdır. Başlarda anneyi öldü sanarız fakat ileriki bölümlerde (kitabın baya başlarında, yoksa buraya yazmazdım) olayların farklı olduğunu öğreniriz. Baba kızı daha çok küçükken ona "Mürekkep Yürek" isimli bir kitabı okurken kitabın bazıları haydut olan birkaç karakteri dünyamıza geçer ve anne de kitaba. Haydutlar, babanın bu yeteneğini kullanarak güçlenmek istemektedir, baba anneyi geri getirmek istemektedir. Tabii başka dertleri olan başka başka karakterler de vardır gündemde. Hikayemiz böylece ilerler, gelişir.

Aslında Mürekkep Dünya kitaplarını, hikayenin atmosferi bakımından Harry Potter'lara benzetmek mümkün. Aynı şekilde pek bir çocuk kitabı olarak başlar seri. Yavaş yavaş heyecan, macera duygusu gelişir. Devam kitaplarında ise ufaktan güç savaşları, kan, ölüm, sosyal yaşam değerlendirmeleri ile kitabın temaları da değişim gösterir. Son kitapta gümüş madenlerinde çalıştırılmak üzere toplanan köylü çocukları falan giriyor hikayeye.

Benim için birkaç bakımdan pek bir ilgi çekici bir seri oldu bu. İlk olarak kitaplara, karikatürize seviyelerde sevgi ve saygı duyan karakterler var. Kitaplarını çerçeveli kütüphaneler arkasında saklayan, yağlı parmaklara düşman gözlerle bakan tanıdıklarım olduğundan hikayenin bazı karakterleri, fazla uçlarda olmalarına rağmen pek bir sempatik geldiler bana. İkinci bir konu yazarın her bölümün başında yaptığı alıntılar. Her bölümün başı farklı bir kitaptan 1 cümlelik bir alıntı ile başlıyor. Bu alıntı da o bölümde olanları bir şekilde temsil ediyor gibi. Alıntılar normal kitaplardan halk hikayelerine, şiirlere kadar pek çok yere uzanıyor. Bir bölüm Harry Potter'dan bir cümle ile başlarken bir sonraki bölüm Clive Barker'ın bir kitabından bir alıntı ile başlıyor. Bir sonrakinde ise Fahrenheit 451'den geliyor. Eh, çocuk hikayelerine karşı hep bir ilgiyle yaklaşınca da okuması benim açımdan baya zevkli bir seri oldu.

Çocuk/Gençlere yönelik hikayelerden çok hoşlanmayanların hoşuna gitmeyecektir. Aynı zamanda çok sürükleyici, yüksek adrenalinli, bol olaylı bir hikaye bekleyenleri de hayal kırıklığına uğratabilir. Fakat okumaktan pişman olunmayacak bir seri bence. Keşke bir de çevirmenleri, yaptıkları işi tekrardan bir kontrol etselermiş yayınlamadan önce.

16 Ekim 2011 Pazar

Deli Gücük

"Türkiye'de de güzel şeyler oluyor" cümlesinin çizgiromanlardaki karşılığı Deli Gücük. İlk defa 2007 yılında, "Tam Macera" isimli bir çizgiroman dergisinde yayınlanmış. Aziz Tuna C. yazmış, Coşkun Kuzgun çizmiş. Ardından pek çok yazar ve çizerin katkılarıyla 2009 yılında "Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikayeleri" albümü yayınlanmış. İlk albümün başarısı ile birlikte 2010 yılında da ikinci cilt "Deli Gücük: Alacakaranlık Zamanlar" yayınlanmış.

Anadolu taşrasında gezen, ak sakallı dede tadında bir seyyah Deli Gücük. Tek farkı ak sakallı değil, kara sakallı olması. Aslında her Deli Gücük hikayesi yazan farklı yorumluyor kendisini. Kimisi doğaüstü bir varlık, kimisi sıradan bir seyyah, kimisi bir efsane olarak. Tüm hikayelerin ortak noktası ise Deli Gücük'ün adaletsizlikle savaşan bir karakter olması. Kendi blogundaki tanımı ile:"Memleket kokan adalet. Huzursuz seyyah, kargalarla konuşan adam, "yalan dünya, kahrolası hayat". Deli Gücük, Osmanlı taşrasında, dünyayla, alçaklarla, kendiyle hesaplaşıyor." . 7 tane konuşan karga/kuzgunuyla köy köy dolaşıyor kendisi.

Şu sıralar üçüncü cildin hazırlıkları içindelermiş. Bloglarında verdikleri bir habere göre Ekim 2011'de (bu sıralar yani) raflarda yer alacakmış. İlk cilt, bir ilk çalışma olmanın izlerini yer yer taşıyor olsa da büyük zevk veren bir çalışmaydı. İkincisi, ilkinin başarısını çok ilerilere taşımış olmasa da yine zevkle okunan bir albümdü. Aynı çizgide ilerlemeye devam ederlerse Batman, Örümcek-adam gibi kabak tadı verebilir. Yani bir hikayenin başında Joker tımarhaneden kaçar, Gotham'ı yok etmeye çalışır, hikayenin sonunda Batman onu yakalar. Bir sonraki hikayede Çift Surat kaçar, hikaye sonunda Batman yakalar, bir sonrakinde... Deli Gücük'de de durum biraz benzer; bir köyde bir adaletsizlik vardır (eşkıyalar, yerel yöneticiler, hırsızlar, falan filan). Deli Gücük gelir, korkutur, tehdit eder, en sonunda öldürür, adaleti sağlar, hikaye biter. Haksızlık olmasın tabii; çok yaratıcı, başarılı hikayeler ya da hikayesi sıradan olsa bile anlatımı, kurgusu, dili, çizimleriyle büyük zevk veren hikayeler var bolcana. Üçüncü cildin başarısına da artık yakında şahit olacağız.

"Doğru söylerim Halk razı değil, eğri söylerim Hak razı değil."




(Resimlerin hepsi çok hoşuma gitti, ben de hepsini paylaşayım dedim. Daha fazlası ve Deli Gücük ile ilgili her türlü bilgi için bloguna: http://deligucuk.blogspot.com/)

15 Ekim 2011 Cumartesi

Justice - Audio, Video, Disco

Çok bekletti bizi Justice; ama Sonunda dönüyorlar.


Aslında daha ilk albümden sıkılmamıştık, sürekli değişiklik dizilerde görmemizle tekrar tekrar Justice'e bağlanıyorduk sürekli. En son muzur İngiliz dizisi Misfits'in bölümlerinde kullanılınca içimdeki Justice sevgisi tekrar kabarmıştı. Uzun zamandır mesajını veriyorlardı zaten yeni albümün, Civilization single'larıyla değişiktiklerini anlamıştık, şimdi tam anlamıyla görüyoruz müthiş olduklarını. Albümü youtube'dan dinleme fırsatım oldu. 


Önce Gereksiz bilgiler; Fransız house, electro, punk, rock karışımı ile uğraşan Justice 2 Apaçi tipten oluşur. İlk albümleri     ile olaya çok sert bir giriş yapmışlardı.  Ardından çıkardıkları "A Cross in the Universe" belgeselleri ile de ne kadar serseri tipler olduklarını gömüştük. Dünyayı ve insanı yarattıkları ilk albümde her parça ayrı bir kitle edilmişti. Kişisel favorilerim Genesis ve Stress'ti benim hatta. Şimdiki albümleri ile de medeniyeti yaratıyor Justice. 


Çok "Açılın lan Justice geliyor!" edasıyla fırlamışlardı. Ergen çocuklar diyorduk hatta Fıratla Justice hakkında.  Şarkıları çok sert, çok karanlık, çok garipti. O kadar başarılı oldular ki manyak manyak efsaneler çıktı haklarında. Hala Justice'in Daft Punk olduğuna inananlar var. Denilene göre Daft Punk kimliklerini açıklamadan Justice adlı bir grupla tekrar piyasaya çıkıyorlar, elde ettikleri başarı ile "Bizim ismimize ihtiyacımız yok, electro'da zaten çok iyiyiz, ismimiz Armut olsa yine beğenirsiniz." diyorlar. Sonra antitezler çıktı, tartışıldı falan. 

Bu albümle Justice'in çok yumuşadığını görüyoruz. Daha bir yatışmış, daha bir sakin Justice var. "Abi oturun biraz müzük dinleyek yaae." diyor gibiler. Kendileri de kabul ediyorlar zaten. "İlk albüm gece şarkılarıydı, bunlar gündüz versiyonları." diyorlar. Haklılar; ama yine ağza takılan, vücudu sürekli hareketlendiren, kıpır kıpır bir albüm geliyor! 

İki gündür her yerde "AUDIOOOOO AUDIOOO!" diyorum lan.



The Expelled

Yazar: Samuel Beckett (Sanki yazmasam soldan anlaşılmayacak.)

Deli ya bu dedirten, oturup biraz dinledikten sonra deliliği sorgulatan tatlı Beckett amcanın maalesef Türkçeye çevrilmemiş "The Expelled" kitabı geçen kitapçıda gözüme ilişti, "Ana bu ne be?" falan derken aldım, sabah treninde bitmişti Expelled. Akşam treninde kitabı düşünmekten beynim eridi.

Öncelikle Beckett ile ilgili gereksiz bilgiler; Dublin doğumlu Samuel abi, Fransız, İtalyan ve İngiliz dilleri üzerine eğitim görmüş, daha sonra akademisyen olarak Fransa'ya yerleşmiştir. Dünya savaşı patlak verdiğinde direnişe katılan Sam, benim düşünceme göre tam bu evrede biraz devreleri yakmıştır. Über Fransız sempatizanı olan Beckett, burada romanlarını ilk olarak Fransızca yazar, daha sonra ya kendisi, ya da kitapevleri İngilizce ve başka dillere çevirir. The Expelled de orjinal olarak Fransızcadır. Sonra Samwise "Aa dur lan ben İrlandalıyım, bir de ingilizce yazayım şunu!" demiştir kesin, Sam Beck'ten de bu beklenir.

Absürd, avant garde (Avant Garde'ın aslında Vanguard demek olduğunu, vanguard'ın da bir tür kalkan olduğunu, bilinmeyene karşı o kalkanla ilerlemenin aslında bilinmeyeni zorlama anlamına geldiğini, bu yüzden avant garde akımın aslında deneyci bir akım olduğunu da söyleyeyim, size bir gereksiz bilgi daha olsun.), postmodern ve daha birsürü manyak akımın ustalarından olan Beckett özellikle Absürd Tiyatronun kurallarını koyar. Godot'u hepimiz beklerken farkına varmıştık zaten bunun. (Ben bir türlü oyununa gidememiştim, sinir olmuştum.)

Beckett abimiz The Expelled'de de tavrı bozmuyor ve "hiçbir şey" üzerine 2 romanı bize sunuyor. Kitapta The Expelled ve The First Love olmak üzere 2 kısa öykü var.

The Expelled evden kovulan bir kişinin, birinci kişiden yeni ev bulma arayışını bize aktarırken, The First Love, evsiz bir birinci kişinin parkta bir bankta otururken aşık olduğu bir hayat kadını ile arasındaki "absürd" ilişkiyi anlatıyor.

Beckett'in bundan önce sadece Godot'sunu okumuştum, bir durum öyküsü olduğunu biliyordum. The Expelled bana göre bir 'tespit' öyküsü. Evet öykülerde olaylar gelişiyor; ama genel olarak anlatıcıların hayatta dikkat etmeyeceğiniz detaylarla ilgili tespitlerini dinliyoruz.

Çok değişik, çok absürd; ama bir o kadar da çekici bir kitap The Expelled. Godot'da bu etki olmamıştı; ama bu kitapla Beckett'ten bir nebze korktum. Yakın arkadaşlarına bir sormak lazım, "Beckett nasıl bir adamdı lan? Anlatsana biraz." diye. İmkanım olsa bile kendisine soramazdım gerilimden çünkü.

Değişik adamsın Sam reyis.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Sofie'nin Dünyası

Yazar: Jostein Gaarder


Aslında felsefeyi hep merak ettim. Küçükken annemin kitaplarını alıp okurdum da bir halt anlamazdım. Sonraları annem böyle aralarda anlatırdı bana bu böyle yapmış da şu şöyle yapmış diye. Okuldaki felsefe hocamızdan sonra (kusura bakmasın da, kötüydü) felsefe tarihinden ölümüne iğrendim; ama felsefe merakım hala devam etti. Tarihteki felsefe anlayışlarını bilimsel olaylarla bile birleştirmeye çalıştım. (daha sonraları geceleri çok muhabbetleri oldu bunun arkadaşlar arasında sürekli, burada da çok yaptık.) En son geçen annemle trende çok hararetli bir felsefe tartışmasına girdik ki, ağzımın payını verdi kendisi. Neyse, akıl açar felsefe, beyin egzersizidir.

Jostein Gaarder öğretmen bir ailenin çocuğu, sürekli çocuklarla beraber olmuş bir insan. İçindeki çocuk sevgisi bu dünyayı aşıyor. Roman ve öykülerinde de genelde çocuk gözünden yazmayı seven bir insan. Gaarder felsefe tarihi kitaplarının çocukları ne kadar boğduğunu farketmiş olmalı ki, felsefe tarihi ile, çok değişik bir kurguyla hazırlanmış ilginç bir öyküyü birleştirerek Sofie'nin dünyasını yaratmış. Öykü, Sofie adlı 15 yaşındaki Danimarkalı bir hanımkızımızın, esrarengiz mektuplar almasıyla başlar. Mektuplar gerek posta kutusuna bırakılır, gerekse Hermes adlı bir köpekle Sofie'ye iletilir. Alberto Knox adlı kişiden gelen mektuplarda, çok önemli bir görevleri olduğu ve görevi tamamlamak için Sofie'nin felsefe tarihini bilmesi gerektiği söylenmektedir. Her mektup tarihte başka bir dönemin felsefe anlayışını anlatır. Sonra olaylar olaylar!

Sofie'nin Dünyası ilginç öyküsüyle hem bizi kendine bağlıyor, hem de felsefe tarihini müthiş bir beceriyle ders kitaplarından onlarca kez daha iyi ve ilgi çekici halde aktarıyor. Tarihsel durumların felsefi bakış açısı üzerindeki etkileri müthiş aktarılmış ki, hatırlarım lisede bu konuları hiç anlamzken, şimdi okuyunca "Nasıl anlamamışım ya?" dedim kendi kendime. Hikaye de üzerine sürükleyici olunca, cevizli irmik helvası etkisi yaratıyor.

Lisede tavsiye edilen kitaplardandı hatırlıyorum Sofie'nin Dünyası, o zaman almıştım ben de kitabı. İlk birkaç sayfasını okuyunca çok ağır olduğunu düşünüp ertelemiştim kitabı, kısmet Lecco'yaymış. Şimdi, keşke o zaman kendimi zorlasaymışım da okusaymışım demiyorum değil.

Felsefeye ilgi duyan (ki duymayan olmamalı bence) herkes okumalı.

Not: Söylemeyeyim dedim ama içimde kalcak, sonu hayal kırıklığıydı öykünün. (bence tabi.)

Not 2: Filmi de varmış, beğenilmiş, ona da bakarız sonra.